YERYÜZÜNÜN YÜRÜYEN PARLAK YILDIZLARI

YERYÜZÜNÜN YÜRÜYEN PARLAK YILDIZLARI

Bismillâhirrahmânirrahîm.
İslâm tarihinde “Sahabi” (çoğulu Sahâbe veya Ashâb), Hazret-i Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) mü’min olarak gören ve mü’min olarak vefat eden kimselere verilen isimdir. Hepsi birbirinden kıymetli olmakla beraber, bazıları yaptıkları hizmetler, İslâm’a giriş öncelikleri veya bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından nâil oldukları hususi iltifatlar ile öne çıkmışlardır.

1. Cennetle Müjdelenen Sahabiler (Aşere-i Mübeşşere)
“Aşere-i Mübeşşere” tabiri, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından, henüz hayatta iken isimleri tek bir hadis-i şerifte zikredilerek Cennet’e girecekleri müjdelenen on büyük sahabiyi ifade eder.
Bu on mübarek zat şunlardır:

• Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Cennetle Müjdelenen On Sahabi (Aşere-i Mübeşşere):
• Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)
• Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.)
• Hz. Osman bin Affân (r.a.)
• Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)
• Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)
• Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)
• Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.)
• Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)
• Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.)
• Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.)
Bu kutlu serimizin ilk misafiri, bu listenin zirvesinde yer alan, Peygamberimizin en sevdiği dostu, “Sıddîk” lakabıyla şereflenen Hz. Ebû Bekir (r.a.) olacaktır.

Sadakatin Zirvesi: Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)
1. Mekke’nin Saygın Taciri: “Atîk”
Güneşin kavurduğu Mekke topraklarında, Kureyş’in Teymoğulları kabilesinden soylu bir tüccar yaşardı. Asıl adı Abdullah bin Ebî Kuhâfe idi. İnsanlar onu güler yüzü, yumuşak huylu, dürüst ve cömert karakteri sebebiyle çok severdi. O, cahiliye döneminin karanlık adetlerine hiç bulaşmamıştı. Ne ömründe bir puta tapmış, ne de ağzına bir damla içki koymuştu. Yüzü o kadar nurlu ve güzeldi ki, ona “ateşten azad edilmiş, kurtulmuş” manasına gelen “Atîk” derlerdi.
Bu saygın tüccar, Mekke’nin en sevilen gençlerinden biri olan Hz. Muhammed (s.a.v.) ile derin bir dostluk kurmuştu. Onlar, henüz peygamberlik gelmeden önce bile birbirlerinin en yakın sırdaşı, en samimi arkadaşıydılar. Birlikte ticaret yapar, uzun sohbetlere dalarlardı. Aralarındaki bu bağ, alemlere rahmet olacak o büyük vazifeden sonra, tarihin en büyük sadakat bağına dönüşecekti.

2. Tereddütsüz İman: “Sıddîk” Lakabı
Bir gün, en yakın dostu Hz. Muhammed (s.a.v.), Hira Dağı’ndan ilahî bir nurla döndü. “Ben Allah’ın elçisiyim!” dedi. O günlerde Mekke’de bu sözü söylemek, en büyük tehlikeleri göze almak demekti.
Hz. Ebû Bekir, bu daveti duyar duymaz, bir an bile tereddüt etmedi. Ne bir delil istedi, ne de “Bir düşüneyim” dedi. Dostunun mübarek yüzüne baktı ve “Eğer o söylüyorsa, şüphesiz doğrudur” diyerek iman etti. O, hür erkekler arasında Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ilk iman eden kişi oldu.
Onun bu sarsılmaz bağlılığı, en büyük imtihanla zirveye ulaştı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Mescid-i Aksâ’ya ve oradan da göklerin ötesine yükseldiği “İsrâ ve Miraç” mucizesini yaşadığı gecenin sabahıydı. Mekke müşrikleri alay ederek haberi Hz. Ebû Bekir’e koştular: “Senin arkadaşın, bir gecede Kudüs’e gidip göklere çıktığını iddia ediyor. Buna da inanacak mısın?”
Hz. Ebû Bekir’in cevabı, tarihe altın harflerle yazılacaktı: “Eğer O (s.a.v.) söylüyorsa, doğrudur! Ben O’nun sabahtan akşama gökten haber aldığına (vahye) inanıyorum da, bir gecede Kudüs’e gidip gelmesine mi inanmayacağım?”
Bu tereddütsüz teslimiyeti üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ona “çok sadık, hep doğrulayan” manasına gelen “es-Sıddîk” lakabını verdi.

3. Fedakârlık ve Hicret: “Üzülme, Allah Bizimledir!”
Hz. Ebû Bekir (r.a.), sadece diliyle değil, malıyla ve canıyla da İslam’a hizmet etti. Zengin bir tüccardı. Bütün servetini Allah yolunda harcamaktan çekinmedi. Müşriklerin ağır işkenceleri altında inleyen köle müminleri satın alıp azad etti. Bunların en meşhuru, “Ehad! Ehad!” (Allah birdir!) diyen Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.) idi.
İşkenceler dayanılmaz hale geldiğinde, Allah Teâlâ müminlere Medine’ye hicret etme izni verdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hicret için Hz. Ebû Bekir’i (r.a.) seçti. Bu, “can yoldaşlığı” idi.
Müşrikler peşlerindeyken, izlerini kaybettirmek için Sevr Dağı’ndaki bir mağaraya sığındılar. Tam üç gün orada kaldılar. Bir ara, peşlerindekiler mağaranın ağzına kadar geldiler. O anda Hz. Ebû Bekir (r.a.), Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) bir zarar gelecek diye çok endişelendi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sevgili dostunun kalbini yatıştırmak için o meşhur sözünü söyledi: “Üzülme, Allah bizimledir.” Bu an, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ölümsüzleştirilmiştir:
“Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, Allah ona yardım etmişti. Hani onlar mağaradaydılar. Hani o arkadaşına, ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz bir takım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Tevbe Suresi, 40. Ayet )
Bu mağarada yaşanan bir başka menkıbede ise, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.), mağaradaki bir deliği, içeriden bir şey çıkıp Efendimiz’e (s.a.v.) zarar vermesin diye ayağıyla tıkadığı, oradan çıkan bir yılanın (veya akrebin) onu ısırdığı, ancak o acıya rağmen sırf Peygamberimiz (s.a.v.) uyanmasın diye sesini çıkarmadığı rivayet edilir.

4. Medine’nin Sütunu ve İlk Halife
Medine’de yeni bir devlet kuruluyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bu yeni devletin hem maddi hem de manevi direğiydi. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te ve diğer bütün savaşlarda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanından bir an bile ayrılmadı. Tebük Seferi için ordunun donatılması gerektiğinde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yardım istedi. Hz. Ömer (r.a.) malının yarısını getirmiş, “Bugün Ebû Bekir’i geçeceğim” diye düşünmüştü. Ancak Hz. Ebû Bekir (r.a.) evindeki her şeyi, ne var ne yoksa hepsini getirip ortaya koydu. Efendimiz (s.a.v.) ona sordu: “Ey Ebâ Bekir, ailene ne bıraktın?”
Cevabı yine sadakatinin ispatıydı: “Onlara Allah’ı ve Resûlü’nü bıraktım!”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat ettiğinde, Medine’yi büyük bir keder ve şaşkınlık kaplamıştı. Hz. Ömer (r.a.) bile kılıcını çekmiş, “Kim Muhammed öldü derse, başını uçururum!” diyordu.
İşte o an, metanetini koruyan tek kişi Hz. Ebû Bekir’di (r.a.). Mescid’e girdi, mübarek naaşın üzerini açıp Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) alnından öptü ve ağlayarak dedi ki: “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü! Hayatın da güzeldi, ölümün de güzel…”
Sonra dışarı çıkıp o tarihi konuşmasını yaptı:
“Ey insanlar! Kim Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki Muhammed (s.a.v.) ölmüştür. Ama kim Allah’a tapıyorsa, bilsin ki Allah Hayy’dır (diridir) ve asla ölmez!”
Bu sözler, dağılmak üzere olan toplumu bir araya getirdi. Müslümanlar onu ilk halife olarak seçtiler.

5. Kargaşayı Bitiren Kararlılık ve En Büyük Miras
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) halifelik dönemi (yaklaşık 2 yıl 3 ay) çok kısa sürdü ama İslam tarihinin en kritik dönemlerinden biriydi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatını fırsat bilen bazı kabileler devlete isyan ettiler, “Namazı kılarız ama zekâtı vermeyiz” dediler veya yalancı peygamberler ortaya çıktı.
Bu duruma “Ridde” (dinden dönme) olayları denir. Hz. Ömer (r.a.) bile bu isyancılara karşı daha yumuşak davranılmasını telkin ederken, Hz. Ebû Bekir (r.a.) o yumuşak huylu karakterinin altında yatan çelik gibi bir iradeyi gösterdi:
“Vallahi! Resûlullah’a verdikleri bir yuları (deve ipini) bile benden esirgerlerse, onlarla savaşırım!”
Bu kararlılığı sayesinde İslam devleti parçalanmaktan kurtuldu.
Onun en büyük hizmeti ise şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’i toplaması (cem etmesi) idi. Yemâme Savaşı’nda birçok hafız (Kur’an’ı ezbere bilen) sahabi şehit düşünce, Hz. Ömer (r.a.) endişelendi ve Kur’an’ın kaybolabileceği tehlikesine karşı Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) başvurdu. Hz. Ebû Bekir (r.a.) bu iş için vahiy kâtibi Zeyd bin Sâbit’i (r.a.) görevlendirdi. Dağınık haldeki Kur’an sayfaları titiz bir çalışmayla toplandı ve iki kapak arasında bir “Mushaf” haline getirildi. Bugün okuduğumuz Kur’an’ı, ilk halife Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) borçluyuz.

6. Vefatı ve Sevgiliye Kavuşma
İki yılı aşkın halifeliğinin ardından hastalandı. Vefat edeceğini anlayınca, yerine Hz. Ömer’in (r.a.) geçmesini vasiyet etti. Müslümanlara son kez seslendi: “Ey insanlar! Size Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim…”
Hicret’in 13. yılında, 63 yaşında, tıpkı en sevgili dostu Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi 63 yaşında vefat etti. Vasiyeti üzerine, en sevdiği dostunun, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanına, O’nun omuz hizasına defnedildi.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Eğer dünyada bir dost edinecek olsaydım, Ebû Bekir’i edinirdim” dediği; peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı kabul edilen, sadakati, cömertliği ve tereddütsüz imanıyla İslam’ın ilk ve en sağlam sütunlarından biri olan mübarek bir sahabiydi.

************

• Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.)

Hakkın Kılıcı, Adaletin Timsâli: Emîru’l-Mü’minîn Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.)

Güneşin kavurduğu Mekke ufuklarında, Kureyş’in soylu kabilelerinden Adiyyoğulları arasında, heybetiyle ve celâdetiyle nam salmış bir adam yaşardı. Bu adam, Ömer bin Hattâb idi. Uzun boyu, güçlü yapısı ve keskin zekâsıyla insanlar arasında derhal fark edilir, sözü dinlenir, kararlarından çekinilirdi. Cahiliye devrinde dahi sahip olduğu şahsiyet, onun ileride cihan tarihine yön verecek bir lider olacağının sanki bir habercisiydi.
Ancak o vakitler, bu heybetli adamın kalbi, yeni filizlenen İslâm nuruna karşı katı idi. Müslümanlara karşı şiddetli bir muhalefet gösteriyor, onların sayısının artmasından büyük bir endişe duyuyordu.

Bölüm 1: Hidayet Kılıcı Keskinleştiriyor
Bir gün, Müslümanların kökünü kazımak gibi korkunç bir niyetle, kılıcını kuşanmış halde yola çıktı. Yolda Nuaym bin Abdullah (r.a.) ile karşılaştı. Nuaym, onun bu hiddetli halini görünce sordu: “Nereye böyle yâ Ömer?”
Ömer, niyetini gizlemeden cevap verdi: “Atalarının dinini terk eden, toplumu bölen Muhammed’in (s.a.v.) işini bitirmeye gidiyorum!”
Nuaym, onu bu kararından vazgeçirmek için cüretkâr bir hamle yaptı: “Sen kendi ailene bak! Enişten Said bin Zeyd ve kız kardeşin Fâtıma da o dine girdiler.”
Bu haberi duyan Hz. Ömer (r.a.), öfkesi iki kat artmış bir halde yönünü derhal kız kardeşinin evine çevirdi. Kapıya geldiğinde, içeriden Kur’an okuyan bir ses duyuluyordu. Kapıyı şiddetle çaldı. İçeride, Habbâb bin Eret (r.a.) onlara Tâhâ Sûresi’ni talim ettiriyordu. Ömer’in sesini duyunca Habbâb (r.a.) saklandı, Fâtıma (r.a.) ise Kur’an sayfalarını (sahîfeleri) gizledi.
Ömer içeri girer girmez sordu: “O duyduğum ses neydi?”
“Aramızda konuştuğumuz sıradan sözlerdi” cevabını alsalar da tatmin olmadı. Eniştesinin üzerine yürüdü. Kız kardeşi Fâtıma (r.a.), eşini korumak için araya girince, Ömer’in şiddetli bir darbesiyle mübarek yüzü kan içinde kaldı.
İşte o an, bir mucize gerçekleşti. Kardeşinin yüzündeki kanı gören Ömer’in derûnî dünyasında bir sarsıntı oldu. Yaptığına pişman oldu, kalbi yumuşadı. Ama daha mühimi, kız kardeşinin o halde bile gösterdiği imânî metanetti:
“Evet yâ Ömer! Biz Müslüman olduk. Allah’a ve Resûlü’ne iman ettik. Başımızı da kessen, bu dinden dönmeyiz!”
Bu sarsılmaz iman karşısında duraksayan Ömer, mahcup bir edayla dedi ki: “Getirin o okuduğunuz şeyi, bir de ben bakayım.”
Kız kardeşi, “Sen müşriksin, temizlenmeden ona dokunamazsın” diyerek imanın izzetini gösterdi. Hz. Ömer (r.a.) kalkıp guslettikten sonra Tâhâ Sûresi’nin yazılı olduğu sahîfeleri eline aldı. Okumaya başladı:
“Tâ-hâ. Biz Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik. Onu ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik…”
Ayetler devam ettikçe, Ömer’in kalbindeki buzlar çözüldü. Bu kelâmın bir beşer sözü olamayacağını idrak etti. “Ne kadar ulvî, ne kadar şerefli bir kelâm!” dedi.
Hemen sordu: “Resûlullah (s.a.v.) nerededir?”
Gizlendikleri Dâru’l-Erkâm’ı öğrendi. Kılıcı hâlâ belindeydi. Oraya doğru yürüdü. Sahabeler, Ömer’in geldiğini görünce endişelendiler, zira onun şiddetini biliyorlardı. Ancak Hz. Hamza (r.a.), “Bırakın gelsin. İyi niyetle geldiyse ne âlâ. Kötü niyetle geldiyse, kendi kılıcıyla onu hallederiz” diyerek cesaretlerini topladı.
Kapı açıldı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), heybetle ayağa kalktı ve Ömer’in yakasından tutarak sarsdı: “Ne zamana kadar bu inadın sürecek yâ Ömer? Allah’ın sana da bir hidayet vermesinin vakti gelmedi mi?”
Hz. Ömer (r.a.), büyük bir teslimiyet ve edeple cevap verdi: “Yâ Resûlallah! Allah’a, Resûlü’ne ve onun getirdiklerine iman etmeye geldim.”
Bu sözler üzerine Dâru’l-Erkâm, tekbir sesleriyle yankılandı. O gün, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) duası kabul olmuştu: “Allah’ım! Bu dini iki Ömer’den (Ömer bin Hattâb veya Amr bin Hişâm/Ebû Cehil) biriyle aziz kıl!”

Bölüm 2: El-Fârûk: Hak ile Bâtılı Ayıran
Hz. Ömer’in (r.a.) Müslüman olması, İslâm tarihinde bir dönüm noktası oldu. O güne kadar gizli gizli ibadet eden Müslümanlar, onun katılımıyla büyük bir cesaret buldular.
İman ettikten sonraki ilk sözü şu oldu: “Yâ Resûlallah! Biz hak yolda değil miyiz? Öyleyse neden gizleniyoruz? Vallahi, Kâbe’ye gidip imanımızı haykıracağız!”
Ve öyle de oldu. Müslümanlar, iki saf halinde, birinin başında Hz. Hamza (r.a.), diğerinin başında Hz. Ömer (r.a.) olduğu halde, cesaretle Kâbe’ye yürüdüler ve orada alenen namaz kıldılar. Müşrikler, Ömer ve Hamza’nın heybeti karşısında seslerini çıkaramadılar.
İşte o gün, Resûlullah (s.a.v.) ona “el-Fârûk” (Hak ile bâtılı ayıran) lakabını verdi.
Hicret vakti geldiğinde, Müslümanların çoğu Mekke’den gizlice ayrılırken, Fârûk Ömer (r.a.) yine farklılığını gösterdi. Kılıcını kuşandı, yayını omuzuna astı, oklarını eline aldı. Önce Kâbe’yi tavaf etti. Sonra orada toplanmış olan Kureyş ulularına meydan okudu:
“İşte ben de hicret ediyorum! Anasını ağlatmak, karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen varsa, şu vadinin ardında karşıma çıksın!”
Kimse bu meydan okumaya cevap vermeye cesaret edemedi. O, imanını ve hicretini böylece ilan ederek Medine’nin yolunu tuttu.

Bölüm 3: Halifelik ve Adaletin Cihan Şümul Saltanatı
Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde onun en büyük yardımcısı oldu. Hz. Ebû Bekir’in vefatıyla birlikte, “Emîru’l-Mü’minîn” (Mü’minlerin Emiri) unvanıyla İslâm Devleti’nin ikinci halifesi oldu.
Onun 10 yıllık hilafet dönemi, fetihlerin ve daha da önemlisi, cihan şümul bir adaletin tesis edildiği altın bir çağ oldu. O, sadece insanlara değil, yönettiği topraklardaki her canlıya karşı kendini sorumlu hissederdi. Şu sözü, onun adalet ve mesuliyet anlayışının isbatıdır:
“Fırat kenarında bir kurt bir koyunu kapsa (çalsa), korkarım ki Allah onun hesabını Kıyamet günü Ömer’den sorar.”
Onun döneminde İslâm orduları; İran (Sasanî), Suriye, Filistin ve Mısır’ı fethetti. Ancak onun için fetih, toprak kazanmaktan ziyade, ilâhî adaleti o topraklara ulaştırmaktı.
Kudüs’ün fethi bunun en parlak misalidir. Şehir, kan dökülmeden teslim oldu. Patrik Sophronius, şehrin anahtarlarını sadece Halife’ye teslim edeceğini bildirdi. Hz. Ömer (r.a.), Medine’den yola çıktı. Yanında sadece bir hizmetçisi ve bir deve vardı. Deveye nöbetleşe biniyorlardı. Kudüs’e yaklaştıklarında, sıra hizmetçisindeydi. Hizmetçisi deveye binmiş, Halife Ömer ise devenin yularını tutmuş, mütevazı ve yamalı elbisesiyle şehre yürüyordu.
Onu karşılayanlar, bu manzarayı görünce hayretler içinde kaldılar. Patrik, “İşte” dedi, “Kitaplarımızda yazan, bu şehri teslim alacak olan zatın vasıfları bunlardır. Şatafat değil, tevazu ve adalet.”
Hz. Ömer (r.a.), meşhur “Ömer Emannâmesi”ni yazarak, şehirdeki Hristiyanların canlarına, mallarına ve mabetlerine dokunulmayacağına dair teminat verdi.

Bölüm 4: Gecelerin Bekçisi, Yetimlerin Babası
Hz. Ömer (r.a.), gündüzleri devleti idare eder, geceleri ise tebdil-i kıyafet (kıyafet değiştirerek) Medine sokaklarında dolaşır, halkın halini bizzat nazar eder (gözlemlerdi).
Bir gece yine dolaşırken, bir çadırdan ağlayan çocuk sesleri duydu. Yaklaştı. Bir kadın, ateşin başındaki bir tencereyi karıştırıyor, ağlayan çocuklarını “Şimdi yemek pişecek, sabredin” diye avutuyordu.
Hz. Ömer (r.a.) selam verip sordu: “Bu çocuklar neden ağlar?”
Kadın, Halife’yi tanımadan dert yandı: “Açlıktan. Sabah yola çıktık, yiyeceğimiz bitti.”
Halife sordu: “Peki, tencerede ne var?”
Kadın acı acı cevap verdi: “Su ve çakıl taşları. Yemek pişiyor zannetsinler de ağlamayı bırakıp uykuya dalsınlar diye onları avutuyorum. Benim bu halimden haberi olmayan Halife Ömer ile hesabımızı Allah divanında göreceğiz!”
Bu sözleri duyan Fârûk Ömer (r.a.), sarsıldı. Ağlayarak oradan ayrıldı ve koşarak Beytü’l-Mal’e (devlet hazinesi) gitti. Sırtına bir çuval un, bir miktar yağ ve hurma yükledi. Hizmetçisi “Ben taşıyayım Efendim” dediyse de kabul etmedi:
“Kıyamet günü benim yükümü sen mi taşıyacaksın?”
Çuvalı sırtında o kadının çadırına getirdi. Kendi elleriyle ateşin başına geçti, yemeği pişirdi ve çocuklara yedirdi. Çocukların karnı doyup gülüşmeye başladıklarında, kadına bir miktar da erzak bıraktı ve dedi ki: “Sabah Halife’ye gel, hakkını al. Ömer’i orada bulacaksın.”
Sabah huzuruna gelen kadın, gece evine un taşıyan kişinin Halife’nin bizzat kendisi olduğunu anlayınca büyük bir mahcubiyet yaşadı.
Onun adaleti o kadar kesindi ki, Kur’an-ı Kerim’in bazı hükümleri, henüz ayet nazil olmadan (inmeden) önce onun görüşü (nazar ve düşüncesi) istikametinde tecelli etmiştir. Bu duruma “Muvâfakat-ı Ömer” (Ömer’in [ilâhî iradeye] denk düşen görüşleri) denir.
Allah Teâlâ’nın şu emri, sanki onun hayatının bir tasviri gibidir:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun; bu, takvâya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mâide Sûresi, 5/8 )

Bölüm 5: Şehadetle Gelen Vuslat
Hz. Ömer (r.a.), hayatının sonlarına doğru hep şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Bana kendi yolunda şehit olmayı ve Resûlü’nün şehrinde (Medine’de) ölmeyi nasip et.”
Bu dua, Hicret’in 23. yılında, bir sabah namazında kabul oldu. Emîru’l-Mü’minîn, Mescid-i Nebevî’de sabah namazını kıldırmak için mihraba geçtiğinde, Ebû Lü’lüe adında bir köle tarafından zehirli bir hançerle saldırıya uğradı.
Ağır yaralıyken bile sorduğu ilk şey, “Beni vuran kimdir?” oldu. “Mecûsî bir köle” cevabını alınca, “Beni vuranın Müslüman bir kimse olmamasından dolayı Allah’a hamdolsun” diyerek Rabbine şükretti.
Vefat etmeden evvel, yerine geçecek halifeyi seçmek için altı kişilik bir şûra (istişare heyeti) belirledi. Oğlu Abdullah’ı da çağırdı ve ondan son bir ricada bulundu:
“Hz. Aişe (r.a.) validemize git. ‘Ömer’in sana selamı var, iki arkadaşının (Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.)) yanına defnedilmek için izin istiyor’ de.”
Hz. Aişe (r.a.) validemiz, aslında orayı kendisi için ayırmıştı. Ancak Fârûk’un bu isteği karşısında gözyaşlarıyla şöyle dedi: “Vallahi, Ömer’i kendime tercih ederim.”
İzin haberi gelince, Hz. Ömer (r.a.) rahatladı. Ve bu büyük Halife, adaletin, tevazunun ve Allah korkusunun en büyük timsâli olarak ruhunu Rabbine teslim etti.
Hz. Ömer (r.a.), Resûlullah (s.a.v.) tarafından henüz hayattayken cennetle müjdelenen on sahabiden (Aşere-i Mübeşşere) biridir. O, kılıcını İslâm için çekmiş, kalbini İslâm’a açmış, adaletini tüm cihana yaymış ve hayatını İslâm uğruna şehadetle taçlandırmış bir iman kahramanıdır.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

**********

• Hz. Osman bin Affân (r.a.)

Hayâ ve Cömertlik Timsali: Hz. Osman bin Affân (r.a.)
Güneşin doğduğu mübarek şehir Mekke’de, Kureyş’in en soylu ve zengin ailelerinden olan Ümeyyeoğulları (Benî Ümeyye) kabilesinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını Osman koydular. O, daha ilk gençlik yıllarından itibaren Mekke’nin diğer gençlerinden farklıydı. Ne putlara tapar ne de o dönemin kötü alışkanlıklarına bulaşırdı. Zengin bir tâcirdi ama kalbi temizdi. En belirgin vasfı ise, görenleri hayran bırakan derin “hayâ” duygusuydu. Öyle ki, insanlar onun bu nezaket ve utangaçlığından bahsederken, “Meleklerin bile hayâ ettiği adam” derlerdi.

İki Nur ile Aydınlanan Gönül
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) peygamberlik vazifesi verildiğinde, Mekke’de ilk Müslüman olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Hz. Osman’ın en yakın dostlarından biri, imanda ilklerin ilki olan Hz. Ebû Bekir (r.a.) idi. Bir gün Hz. Ebû Bekir, bu nazik dostuna İslâm’ı anlattı. Hz. Osman’ın zaten hakikati arayan temiz kalbi, bu daveti duyar duymaz hemen ısındı. Vakit kaybetmeden Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna çıktı ve Kelime-i Şehâdet getirerek ilk Müslümanlardan olma şerefine erişti.
Bu karar, onun için zorlu günlerin başlangıcı demekti. Kendi ailesi, özellikle amcası Hakem bin Ebi’l-Âs, ona Müslüman olduğu için eziyet etti. Ama Hz. Osman, imanından bir an bile taviz vermedi.
Resûlullah (s.a.v.), bu değerli sahabisine o kadar çok değer veriyordu ki, sevgili kızı Hz. Rugiyye (r.a.) ile onu evlendirdi. Artık Hz. Osman, sadece bir sahabi değil, aynı zamanda Peygamber Efendimizin damadıydı.
Hicretler ve “Zinnûreyn” (İki Nur Sahibi) Unvanı
Mekke’de müşriklerin zulmü dayanılmaz bir hâl alınca, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Müslümanların bir kısmına Habeşistan’a hicret etmeleri için izin verdi. Habeşistan’a giden bu ilk kafileye liderlik eden, Hz. Osman ve zevcesi Hz. Rugiyye idi. Peygamber Efendimiz onların arkasından, “Onlar, Hz. İbrahim ve Hz. Lut’tan sonra Allah yolunda hicret eden ilk ailedir,” buyurmuştu.
Daha sonra Medine’ye hicret başladı. Hz. Osman da tüm servetini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etti. Ancak Medine’de onu hüzünlü bir imtihan bekliyordu. Müslümanların kaderini belirleyecek Bedir Savaşı hazırlıkları yapılırken, zevcesi Hz. Rugiyye ağır hastalandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Osman’a Medine’de kalıp zevcesiyle ilgilenmesini emretti. Hz. Osman, bu emre itaat ederek Bedir’e katılamadı, ancak Resûlullah ona hem Bedir’e katılmış sevabını hem de ganimetten payını verdi. Ne var ki, zafer haberi Medine’ye ulaştığı gün, Hz. Rugiyye vefat etti.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ciğerparesi vefat etmişti ve Hz. Osman bu duruma çok üzülüyordu. Resûlullah (s.a.v.), hayâ timsali damadının bu üzüntüsünü ve onunla olan bağının kopmasını istemedi. Bir mucize olarak, diğer kızı Hz. Ümmü Gülsüm’ü (r.a.) de Hz. Osman’a nikahladı.
İnsanlık tarihinde hiçbir kimseye nasip olmamış bir şeref! Bir peygamberin iki kızıyla evlenmek… Bu sebeple Hz. Osman’a, “Zinnûreyn” yani “İki Nur Sahibi” unvanı verildi.

Cenneti Satın Alan Cömertlik
Hz. Osman’ın hayâsı kadar meşhur olan diğer vasfı da cömertliğiydi. O, servetini Allah yolunda harcamak için bir an bile tereddüt etmezdi.
• Rûme Kuyusu: Medine’ye hicret edildiğinde Müslümanların içme suyu sıkıntısı vardı. Şehirdeki tek tatlı su kuyusu (Rûme Kuyusu) bir Yahudi’ye aitti ve suyunu fahiş fiyata satıyordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Kim Rûme kuyusunu satın alıp Müslümanların hizmetine sunarsa, ona cennette bir pınar vardır,” buyurdu. Bu müjdeyi duyan Hz. Osman, derhal kuyunun sahibine gitti. Sahibi tamamını satmak istemeyince, Hz. Osman kuyunun yarısını (suyu bir gün Yahudi, bir gün Hz. Osman alacak şekilde) çok yüksek bir meblağa satın aldı. Kendi gününde suyu tüm Müslümanlara bedava dağıttı. İnsanlar bedava suyu alınca, Yahudi diğer gün suyunu satamaz oldu ve mecburen kuyunun diğer yarısını da Hz. Osman’a sattı. Böylece Hz. Osman, bu kuyuyu Müslümanlara vakfederek cennetteki pınarın sahibi oldu.
• Tebük Seferi (Zorluk Ordusu): Müslümanlar Bizans’a karşı zorlu Tebük Seferi’ne hazırlanıyordu. Mevsim kurak, yol uzun, düşman çok güçlüydü. Orduya “Ceyşü’l-Usre” (Zorluk Ordusu) denmişti. Resûlullah (s.a.v.) minbere çıkıp yardım istedi. Hz. Osman kalktı ve “Ya Resûlallah! Üzerindeki çuluna, semerine kadar yüz deveyi ben veriyorum,” dedi. Peygamberimiz biraz daha yardım istedi. Hz. Osman yine kalktı, “Yüz deve daha veriyorum,” dedi. Peygamberimiz tekrar yardım istedi. Hz. Osman bir kez daha kalktı, “Ya Resûlallah! Yüz deve daha veriyorum!” dedi. Bununla da kalmadı, ordunun tüm ihtiyacını karşılayacak bizzat bin dinar (altın) getirip Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kucağına döktü. Resûlullah (s.a.v.), o altınları mübarek elleriyle evirip çevirirken sevincinden şöyle buyurdu: “Bugünden sonra Osman’a yaptıklarının hiçbir zararı dokunmaz!”
• Mescid-i Nebevî’nin Genişletilmesi: Müslümanların sayısı artınca Mescid-i Nebevî dar gelmeye başladı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mescidin yanındaki arsayı kimin cennet karşılığında satın alıp bağışlayacağını sordu. Bu görevi de Hz. Osman (r.a.) üstlendi.
Bey’atü’r-Rıdvân ve Peygamberin Eli
Müslümanlar Hudeybiye’de umre için konakladıklarında, Resûlullah (s.a.v.) Mekkelilerle görüşmek üzere bir elçiye ihtiyaç duydu. Bu tehlikeli görev için Hz. Osman’ı seçti. Çünkü Hz. Osman, Mekke’de güçlü bir kabileye (Ümeyyeoğulları) mensuptu ve ona dokunamazlardı.
Hz. Osman Mekke’ye gitti ve görüşmeleri yaptı. Ancak dönüşü gecikti. Bu sırada “Osman öldürüldü!” diye bir haber yayıldı. Bu haberi duyan Resûlullah (s.a.v.) çok hiddetlendi ve “Osman’ın kanını dökmeden buradan ayrılmayacağız!” dedi. Bütün sahabeyi oradaki bir ağacın (Semûre ağacı) altına topladı ve onlardan “ölümüne biat” aldı. Sahabeler tek tek biat ettiler. Sıra Hz. Osman’a gelince, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sol elini kaldırıp, “Bu benim yerine koydu ve onun adına biat etti.
Allah Teâlâ, bu biattan o kadar razı oldu ki, Kur’ân-ı Kerîm’de (Fetih Sûresi, 18. ayet) şöyle buyurdu: “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah o müminlerden razı olmuştur…” Bu sebeple bu biata “Bey’atü’r-Rıdvân” (Allah’ın Rızâsının Kazanıldığı Biat) denildi.
Hilâfeti ve Kur’ân-ı Kerîm’in Çoğaltılması
Hz. Ömer’in (r.a.) şehadetinden sonra, onun belirlediği altı kişilik şûra (danışma kurulu), Hz. Osman’ı (r.a.) üçüncü halife olarak seçti.
Onun hilâfet dönemi (12 yıl), fetihlerin devam ettiği bir refah dönemi oldu. Kuzey Afrika’nın fethi tamamlandı, Kıbrıs adası fethedildi ve ilk İslâm donanması (deniz gücü) onun zamanında kuruldu.
Fakat Hz. Osman’ın halifeliğinin en büyük, en paha biçilmez hizmeti, şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’i bir araya getirip çoğaltmasıdır. İslâm coğrafyası genişledikçe, farklı bölgelerde Kur’ân okuyuşlarında (kıraat) küçük farklılıklar ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu durumun gelecekte bir fitneye (anlaşmazlığa) yol açmasından endişe edildi.
Hz. Osman, Hz. Ebû Bekir zamanında toplanan ve Hz. Hafsa’nın (r.a.) yanında bulunan ana Mushaf’ı (Mushaf-ı İmam) getirdi. Zeyd bin Sâbit (r.a.) başkanlığında bir heyet kurdu. Bu ana Mushaf’ı esas alarak 6 veya 7 nüsha daha çoğalttırdı. Bu yeni nüshaları İslâm beldelerinin merkezlerine (Mekke, Basra, Kûfe, Şam, Mısır gibi) gönderdi ve diğer tüm şahsî nüshaların yakılmasını emretti.
Bu muazzam hizmeti sayesinde, Kur’ân-ı Kerîm, indiği günkü saflığıyla, hiçbir harfi değişmeden tek bir metin olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Bütün İslâm ümmeti, bu konuda Hz. Osman’a ebediyen minnettardır.

Şehâdeti: Sabır ve Teslimiyet Zirvesi
Hz. Osman, son derece yumuşak huylu (halîm), merhametli ve barışçıl bir idareciydi. Ancak hilâfetinin son yıllarında, İslâm devleti içindeki bazı art niyetli kişiler, onun bu yumuşaklığını kullanarak fitne ateşini yaktılar. Çeşitli eyaletlerden topladıkları asilerle Medine’ye gelip Halife’nin evini kuşattılar.
Hz. Osman (r.a.), 80 yaşını geçmiş mübarek bir ihtiyardı. Evinin etrafı sarıldığında, başta Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) olmak üzere birçok sahabi onu korumak için kılıçlarını çekti. Ancak Hz. Osman, “Benim yüzümden Medine sokaklarında bir damla Müslüman kanı dökülmesini istemem,” diyerek onların savaşmasına kesinlikle izin vermedi. O, fitnenin büyümemesi için kendini feda etmeyi seçti.
Kuşatma günlerce sürdü, evine su bile verilmedi. Şehit edilmeden bir gece önce rüyasında Peygamber Efendimizi (s.a.v.) gördü. Resûlullah (s.a.v.) ona, “Ey Osman! Bu akşam iftarı bizimle beraber açacaksın,” buyurdu.
Hz. Osman sabah uyandığında oruçluydu ve artık şehit olacağını biliyordu. Mushaf’ını açtı ve Kur’ân-ı Kerîm okumaya başladı. O mübarek Cuma günü, asiler evine girdiler ve onu Kur’ân okurken şehit ettiler. Mübarek kanı, okumakta olduğu Mushaf’ın üzerine, Bakara Sûresi’ndeki “Allah, onlara karşı sana yetecektir. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 137) ayetine damladı.
O, Resûlullah’ın (s.a.v.) müjdelediği gibi cenneti kazanmış, meleklerin hayâ ettiği İki Nur Sahibi, cömertlik denizi, Kur’ân’ın koruyucusu ve fitneyi önlemek için canını feda eden sabır abidesi bir şehit olarak Rabbine kavuştu.
Cenâb-ı Hak, bizleri onun hayâsından, cömertliğinden ve Kur’ân’a olan hizmetinden hisseler almaya muvaffak kılsın. O’ndan ve bütün sahabeden ebediyen razı olsun. Amin.

******************

• Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)

Esedullah (Allah’ın Aslanı): Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)
1. Kâbe’nin İçinde Doğan Nur
Her şey, peygamberliğin güneş gibi doğmasından yaklaşık on yıl önce, mukaddes şehir Mekke’de başladı. Bütün Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i Muazzama, o günlerde bile hürmet gören bir mekândı. İşte bu mübarek mekânın içinde, tarihte eşine az rastlanır bir hâdise yaşandı: Fâtıma binti Esed, doğum sancıları başladığında Kâbe’ye sığınmış ve orada bir erkek evlat dünyaya getirmişti.
Bu çocuk, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Ebû Tâlib’in oğlu Ali idi.
Hz. Ali (r.a.), gözlerini dünyaya açtığında, kendini adeta peygamberliğin kucağında buldu. O sıralar Mekke’de bir kıtlık baş göstermişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kendisini himaye eden vefakâr amcası Ebû Tâlib’in yükünü hafifletmek için, küçük Ali’yi kendi himayesine, kendi evine aldı.
Böylece Hz. Ali, çocukluğunu sıradan bir evde değil, vahyin ineceği, ahlâkın zirvesi olan Hâtemü’l-Enbiyâ’nın (s.a.v.) hanesinde geçirme şerefine erişti. O, Resûlullah’ın (s.a.v.) dizinin dibinde büyüdü, O’nun eşsiz ahlâkıyla yoğruldu ve O’nun terbiyesinden geçti.

2. Genç Bir Mü’min ve Sarsılmaz Sadakat
Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ilk vahiy gelip de “İkra!” (Oku!) emriyle peygamberlik vazifesi başladığında, Hz. Ali henüz on yaşlarında bir çocuktu. Bir gün, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) ve O’nun zevcesi Hz. Hatice’yi (r.anha) gizlice namaz kılarken gördü. Bu, daha önce hiç şahit olmadığı bir ibadetti. Hayretle sordu: “Bu nedir?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), O’na Allah’ın birliğini (Tevhid) ve kendi peygamberliğini anlattı. Hz. Ali’nin temiz fıtratı bu daveti hemen kabul etti. Böylece o, çocuklar arasında İslam’ı ilk kabul eden, o nurlu kervana katılan ilk genç yiğit oldu.
Mekke’nin müşrikleri Müslümanlara eziyet ederken, o küçük yaşına rağmen Resûlullah’ın (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı.
3. Hicret Gecesi’ndeki Fedakârlık
Mekke’de zulüm dayanılmaz bir hâle gelmiş, müşrikler Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) öldürme kararı almışlardı. Hicret emri geldi. O gece, Resûlullah’ın (s.a.v.) evi katiller tarafından kuşatılmıştı.
İşte o an, sadakatin ve cesaretin en büyük imtihanlarından biri yaşandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Bu gece benim yatağımda yat. Hırkamı üzerine ört. Korkma, sana hiçbir zarar gelmeyecektir.”
Hz. Ali (r.a.), bir an bile tereddüt etmedi. Ölümün kol gezdiği bir yatağa, sırf Allah Resûlü’nü (s.a.v.) korumak için, O’nun kılıç darbelerine hedef olmak pahasına yattı. Bu, O’nun canını Peygamber’in canına siper ettiğinin en büyük isbatıydı. Sabah olup da yatakta Hz. Ali’yi bulan müşrikler neye uğradıklarını şaşırdılar.
Hz. Ali, bu tehlikeli vazifeyi tamamladıktan sonra, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kendisine bıraktığı emanetleri Mekke’deki sahiplerine teslim etti ve o da Medine’ye hicret etti.

4. “Sen Benim Kardeşimsin”
Medine’de, Resûlullah (s.a.v.), Muhacirler (Mekke’den gelenler) ile Ensâr (Medineli yardımcılar) arasında bir “kardeşlik” (Muâhât) tesis etti. Herkes birbiriyle kardeş ilan edilirken, Hz. Ali bir kenarda kalmıştı. Üzülerek Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına geldi: “Ey Allah’ın Resûlü, herkesi kardeş yaptın, beni kimseyle kardeş yapmadın?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti ve o tarihî sözünü söyledi: “Sen, benim dünyada ve ahirette kardeşimsin.”
Kısa bir süre sonra, bu kardeşlik bir bağ ile daha taçlandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), canından çok sevdiği kızı, “Cennet kadınlarının efendisi” Hz. Fâtıma’yı (r.anha), Hz. Ali (r.a.) ile evlendirdi. Bu evlilikten, Peygamber neslini devam ettirecek olan “Cennet gençlerinin efendileri” Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.) dünyaya geldi. Onların evi, zengin bir ev değildi; hurma lifinden bir yatakları vardı ama evleri maneviyat, takvâ ve sevgi ile doluydu.
5. “Zülfikâr”ın Sahibi, “Haydar-ı Kerrâr”
Hz. Ali (r.a.), sadece bir ilim adamı değil, aynı zamanda eşsiz bir kahramandı. Ona “Esedullah” (Allah’ın Aslanı) ve “Haydar-ı Kerrâr” (Döne döne saldıran yiğit) denirdi.
Bedir Savaşı’nda, henüz yirmili yaşlarındayken, müşriklerin en azılı savaşçılarıyla teke tek çarpıştı ve onları mağlup etti.
Uhud Savaşı’nda, Müslümanların zor anlar yaşadığı, Resûlullah’ın (s.a.v.) yaralandığı o dehşet anında, Peygamber’i korumak için kendi vücudunu siper eden bir avuç kahramandan biriydi. Aldığı sayısız kılıç ve mızrak yarasına rağmen bir an bile geri adım atmadı.
Hendek Savaşı’nda, koca bir ordunun geçmeye cesaret edemediği hendeği, Arap yarımadasının en kibirli ve en güçlü savaşçılarından Amr bin Abdivüdd, atıyla tek başına geçti ve “Karşıma çıkacak kimse yok mu?” diye meydan okudu. Herkesin çekindiği o anda, Hz. Ali (r.a.) ayağa kalktı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona kendi kılıcı Zülfikâr’ı verdi ve başına sarığını sardı. İman, kibir karşısındaydı. Hz. Ali, bu azılı düşmanı mağlup ederek savaşın seyrini değiştirdi.
Hayber’in Fethi ise O’nun cesaretinin zirvesidir. Günlerdir fethedilemeyen, Yahudilerin en müstahkem kalesi Hayber için Peygamber Efendimiz (s.a.v.) o meşhur müjdeyi verdi:
“Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki, o, Allah’ı ve Resûlü’nü sever; Allah ve Resûlü de onu sever.”
Bütün sahabeler o gece, “Acaba bu şerefli kişi kim olacak?” diye heyecanla bekledi. Sabah olduğunda Resûlullah (s.a.v.) sordu: “Ali nerede?”
“Gözleri ağrıyor, ya Resûlallah” dediler.
Hz. Ali (r.a.) getirildi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), mübarek tükürüğünden O’nun ağrıyan gözlerine sürdü. Gözleri o an şifa buldu. Sancağı ona verdi ve Hayber’in fethi, “Allah’ın Aslanı”nın eliyle müyesser oldu.

6. “Ben İlmin Şehriyim, Ali de Onun Kapısıdır”
Hz. Ali (r.a.), sadece kılıcıyla değil, ilmi ve hikmetiyle de benzersizdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onun bu vasfını şöyle övmüştü:
“Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır. Kim ilim isterse, kapıdan gelsin.”
O, “yaşayan Kur’an” idi. Ayetlerin nerede, ne zaman ve ne sebeple indiğini (nüzul sebebini) en iyi bilenlerdendi.
Özellikle adalet ve hukuk (fıkıh) konusunda bir dâhiydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), O’nu Yemen’e kadı (hâkim) olarak gönderirken, Hz. Ali genç olduğunu belirterek çekinmişti. Resûlullah (s.a.v.) elini O’nun göğsüne koyup, “Allah’ım, onun kalbine hidayet ver ve dilini sabit kıl” diye dua etti. Hz. Ali (r.a.) daha sonra, “O duadan sonra, iki kişi arasında hüküm verirken asla tereddüt etmedim” demiştir.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) dönemlerindeki hilâfetlerinde, Hz. Ali (r.a.) her zaman en baş danışman oldu. Özellikle Hz. Ömer (r.a.), çözülmesi zor adlî meselelerle karşılaştığında mutlaka O’na danışır ve “Ali olmasaydı, Ömer helâk olmuştu” diyerek O’nun ferâsetini ve ilmini takdir ederdi.

7. Hilâfet Yılları ve Büyük İmtihanlar
Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edilmesinin ardından, İslam toplumu büyük bir fitne (kargaşa) ateşinin içine düşmüştü. Sahabenin önde gelenleri, bu yangını ancak O’nun durdurabileceğine inanarak Hz. Ali’ye (r.a.) halifelik için ısrarla biat ettiler.
O, halifeliği çok zor bir dönemde, tam bir kargaşanın ortasında kabul etti. Hilâfeti boyunca, devletin bozulan nizamını yeniden tesis etmeye, adaleti hâkim kılmaya ve fitneyi durdurmaya çalıştı.
Ancak bu dönem, Müslümanların kendi aralarında mücadele ettiği Cemel Vak’ası ve Sıffin Savaşı gibi çok acı hadiselere sahne oldu. Hz. Ali (r.a.) için en zor olan, kılıcını bir zamanlar omuz omuza savaştığı diğer sahabelere karşı kullanmak zorunda kalma ihtimaliydi. O, son ana kadar barış için uğraştı, kan dökülmemesi için elinden gelen her şeyi yaptı. Bu fitne yılları, O’nun sabrının ve metanetinin en büyük imtihanı oldu.

8. İlim Kapısının Şehâdeti
Fitne dönemi, Hâricîler denilen, aşırı ve katı görüşlü bir grubun ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Bu grup, Hz. Ali’yi (r.a.) de kendilerine düşman ilan etmişti.
Hicretin 40. yılı, Ramazan ayının 19. günüydü. Hz. Ali (r.a.), Kûfe mescidinde sabah namazını kıldırmak için evinden çıkmıştı. İbn Mülcem adında Hâricî bir hain, zehirli bir hançerle Allah’ın Aslanı’na saldırdı.
Ağır yaralanan Hz. Ali (r.a.), iki gün daha yaşadı. Bu son anlarında bile adaletten ve hikmetten ayrılmadı. Çocuklarına ve etrafındakilere şu vasiyette bulundu:
“Size Allah’tan korkmanızı (takvâyı), dünyalık peşinde koşmamanızı, Allah’a ve ahiret gününe inanmanızı tavsiye ederim. Her zaman doğruyu söyleyin. Yetimlere merhamet edin. Zâlime düşman, mazluma yardımcı olun. Namaza devam edin, Allah yolunda cihaddan geri durmayın…”
Kendisini yaralayan katili hakkında ise, “Eğer yaşarsam, ne yapacağıma kendim karar veririm. Eğer ölürsem, kısas haktır. Ancak sakın haddi aşmayın. Zira Allah haddi aşanları sevmez” diyerek, son nefesinde bile adaletin nasıl olması gerektiğini öğretti.
İki gün sonra, Ramazan ayının 21. gününde, Cennetle müjdelenen o mübarek sahabe, ilmin kapısı, Peygamber’in kardeşi ve damadı, şehâdet şerbetini içerek Rabbine kavuştu.

Mirası ve Fazileti
Hz. Ali (r.a.), cesaretiyle bir orduya bedel, ilmiyle bir ümmete rehberdi. O, dünyalığa zerre kadar kıymet vermeyen bir zâhid idi. Halife olduğu dönemde bile yamalı elbiseler giyer, kuru ekmekle doyardı.
O, Resûlullah’ın (s.a.v.) “Allah’ı ve Resûlü’nü seven” ve “Allah ve Resûlü tarafından sevilen” bir kahramandı.
O, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi iki mübarek reyhanın babasıydı.
Ve o, bu dünyadayken Cennetle müjdelenmiş bahtiyar bir kuldu. Hayatı, imanın, cesaretin, fedakârlığın, ilmin ve adaletin nasıl yaşanacağının en güzel hikâyelerinden biridir.
Allah O’ndan ebediyen razı olsun.

********************

• Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)

Yaşayan Şehit: Cennetle Müjdelenen Kahraman Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)
Güneşin kavurduğu Mekke ufuklarında, hidayet güneşi henüz yeni doğmaya başlamıştı. Şehir, asırlık putların gölgesinde, derin bir gaflet uykusundaydı. İşte böyle bir zamanda, Mekke’nin en saygın ve zengin kabilelerinden biri olan Teymoğulları’na mensup, zeki, dürüst ve cömert bir genç adam vardı: Talha bin Ubeydullah.
O, ticaretle uğraşan, keskin bir zekâya ve temiz bir fıtrata sahip, öne çıkan bir gençti. Hayatın manasını arıyor, kâinatın bu muazzam düzeninin basit putlarla izah edilemeyeceğinin farkındaydı.
Hidayetle Şereflenmesi
Bir gün, ticaret için bulunduğu Busra (Suriye) panayırında, zamanın âbidlerinden bir rahiple karşılaştı. Rahip, ona Mekke’den “Ahmed” isminde bir Peygamberin çıkıp çıkmadığını sordu. Bu, beklenen son Peygamber’in zamanıydı. Talha’nın yüreği bu haberle çarptı. Mekke’ye döndüğünde, duyduklarının doğruluğunu araştırdı ve en yakın dostlarından Hz. Ebubekir’in (r.a.) tereddütsüz bir şekilde Hz. Muhammed’e (s.a.v.) tabi olduğunu öğrendi.
Hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebubekir’in (r.a.) yanına koştu. Hz. Ebubekir, onu Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna götürdü. Hz. Talha, Peygamber Efendimizin nurani yüzünü görür görmez, kalbindeki son şüphe kırıntıları da dağıldı. Oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek İslam’la şereflendi. O, “Sâbikûn-el-Evvelûn” denilen, İslam’ı ilk kabul eden sekiz mübarek insandan biri olma faziletine erişti.

“Hayırlı Talha” ve “Cömert Talha”
Hz. Talha’nın (r.a.) Müslüman olması, onun için çileli bir hayatın da başlangıcı oldu. Mekkeli müşrikler, bu kadar itibarlı bir gencin atalarının dinini terk etmesini hazmedemedi. Başta kendi akrabaları olmak üzere, ağır işkencelere maruz kaldı. Kureyş’in azılı müşriklerinden Nevfel bin Huveylid, Hz. Talha ile Hz. Ebubekir’i aynı ipe bağlayıp işkence ettiği için bu iki yakı dost “Karîneyn” (İki Yakın Dost/Birbirine Bağlı) olarak anıldılar.
Ancak ne işkenceler ne de tehditler, onun derûnî imanını sarsabildi. O, bütün servetini Allah yolunda harcamaktan çekinmeyen eşsiz bir cömertliğe sahipti. O kadar cömertti ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona “Talha’tül Hayr” (Hayırlı Talha) ve “Talha’tül Feyyâd” (Cömert Talha) lakaplarını vermişti.
O, Medine’ye hicret ettikten sonra da bu cömertliğine devam etti. Bir defasında büyük bir kervandan elde ettiği yüz binlerce dirhemlik kazancın tamamını, bir gecede Medine’nin fakirlerine ve muhtaçlarına dağıtmıştı. Kendisine ve ailesine bir dirhem dahi ayırmamıştı. O, “borçluların kefili” olarak bilinir, kimin borcu olsa Hz. Talha’ya gelir, o da hiç tereddüt etmeden o borcu öderdi. O, malın, mülkün bir emanet olduğuna ve asıl zenginliğin Allah yolunda infak etmek olduğuna kâmil manada iman etmişti.

Uhud Günü: “Yaşayan Şehit”
Hz. Talha’nın (r.a.) hayatındaki en parlak, en destansı an, Uhud Gazvesi’nde yaşanmıştır.
Bedir Gazvesi’ne, Resûlullah’ın (s.a.v.) verdiği özel bir vazife (Şam kervanını takip) sebebiyle katılamamış, ancak Efendimiz ona hem ganimetten pay vermiş hem de Bedir’e katılmış gibi sevap alacağını müjdelemişti. Fakat Uhud, onun kahramanlığının zirvesi olacaktı.
Savaşın en kritik anında, Okçular Tepesi’ndeki bazı sahabilerin yerlerini terk etmesiyle İslam ordusu bir anda dağılmış, müşrikler Resûlullah’ın (s.a.v.) bulunduğu merkeze doğru hücuma geçmişti. O an, tam bir kargaşa ve panik anıydı. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç kahraman sahabi kalmıştı.
İşte o an Hz. Talha, bir aslan gibi kükreyerek müşrik saflarını yardı ve kendini Resûlullah’ın (s.a.v.) önüne attı. Efendimizi (s.a.v.) korumak için adeta çelikten bir kalkan olmuştu.
Müşrikler, Allah Resûlü’ne (s.a.v.) ok yağdırıyordu. Hz. Talha, gelen okları, kılıç darbelerini ve mızrakları kendi vücuduyla karşılıyordu. Bir ara, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) mübarek yüzüne doğru gelen bir oku fark etti. Kalkanı o an elinde değildi. Hiç tereddüt etmeden elini oka doğru uzattı. Ok, avucunu delip geçti ve kemiğine saplandı. O mübarek eli, o günden sonra “çolak” kaldı, parmakları işlevini yitirdi. Fakat o, acıdan “ah” bile demedi; çünkü onun “ah” demesinin, Resûlullah’ın (s.a.v.) dikkatini dağıtmasından ve Efendimizin bir darbe almasından korkuyordu.
Savaşın o en dehşetli anında, üzerine yetmişten fazla kılıç, mızrak ve ok yarası almıştı. Kan revan içinde kalmasına rağmen ayakta duruyor, bir yandan kılıcıyla düşmanları uzaklaştırıyor, bir yandan da vücuduyla Efendimizi (s.a.v.) siper ediyordu.
Nihayet, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yaralanıp bir çukura düştüğünde, onu düştüğü yerden çıkaran ve sırtına alarak Uhud Kayalıkları’na taşıyan yine Hz. Talha (r.a.) olmuştu.
O gün, Hz. Talha’nın (r.a.) bu eşsiz fedakârlığını gören Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Talha, Cenneti hak etti (vacip oldu).”
Ve yine buyurdular ki:
“Yeryüzünde gezen (hayatta olan) bir şehit görmek isteyen, Talha bin Ubeydullah’a baksın!”
İşte o günden sonra Hz. Talha (r.a.), “Yaşayan Şehit” olarak anıldı. O, Cennetle müjdelenen on sahabiden (Aşere-i Mübeşşere) biriydi.

Şehadete Yürüyüş
Hz. Talha (r.a.), Uhud’dan sonra Hendek, Hayber, Mekke’nin Fethi ve Tebük başta olmak üzere tüm gazvelerde Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yanından ayrılmadı. Özellikle Tebük Seferi için orduya yaptığı muazzam maddi yardım, onun “Feyyâd” (Cömert) lakabını ne kadar hak ettiğini bir kez daha isbatlamıştı.
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra, Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) devirlerinde devlete müşavirlik yaptı. Hz. Osman (r.a.) devrinde de ümmetin birliği için çalıştı.
Ancak Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edilmesiyle başlayan o karanlık “fitne” günleri, İslam tarihinin en acı sayfalarını açtı. Hz. Talha (r.a.), Hz. Zübeyr (r.a.) ile birlikte, Hz. Osman’ın katillerinin bir an önce bulunup cezalandırılması fikrindeydi. Bu sebeple, Hz. Aişe (r.a.) validemizin safında yer alarak, o dönemde halife olan Hz. Ali (r.a.) ile karşı karşıya geldiler.
Tarihe “Cemel Vak’ası” (Deve Olayı) olarak geçen bu elim hadisede, iki Müslüman ordu Basra yakınlarında karşılaştı. Savaş başlamadan önce Hz. Ali (r.a.), Hz. Talha (r.a.) ve Hz. Zübeyr’e (r.a.) seslenerek onlara Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bazı hadislerini hatırlattı.
Bu hatırlatma üzerine hem Hz. Talha (r.a.) hem de Hz. Zübeyr (r.a.), Müslüman kanı dökmenin ne kadar büyük bir hata olduğunu anladılar. Derin bir pişmanlık içinde savaş meydanından çekilmeye karar verdiler.
Ancak fitne bir kere başlamıştı. Hz. Talha (r.a.), savaş alanını terk ederken, Mervan bin Hakem (veya başka bir rivayete göre bir fitneci) tarafından atılan zehirli bir okla dizinden vuruldu.
“Yaşayan Şehit,” Uhud’da alamadığı şehadet şerbetini, yıllar sonra, Müslümanlar arasındaki bir fitne savaşında içiyordu. Kan kaybından şehit olduğunda 60 yaşının üzerindeydi.
Hz. Ali’nin (r.a.) Gözyaşları
Savaş bittikten sonra Hz. Ali (r.a.), savaş meydanını gezerken, can dostu ve din kardeşi Hz. Talha’nın (r.a.) cansız bedeniyle karşılaştı. Gördüğü manzara karşısında gözyaşlarına boğuldu. Dizlerinin üzerine çöküp, mübarek kardeşinin yüzündeki tozları sildi ve hıçkırarak şöyle dedi:
“Ey Ebu Muhammed (Talha)! Seni böyle, göğün yıldızları altında (açıkta) toprağa serilmiş olarak görmek bana ne kadar ağır geliyor!”
Sonra ellerini açıp Allah’a dua etti ve şu ayeti okudu:
“Biz, onların (cennette) gönüllerindeki kini söküp attık; onlar köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.” (Hicr, 15/47 )
Hz. Ali (r.a.), hem Hz. Talha (r.a.) hem de Hz. Zübeyr (r.a.) için cenaze namazı kıldırdı ve onların Cennetlik olduklarına dair Peygamber Efendimizin (s.a.v.) müjdesini oradakilere tekrar hatırlattı.
Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.), hayatını imana, cömertliğe ve Peygamber (s.a.v.) sevgisine adamış, Uhud’da sadakatin zirvesine çıkmış ve Resûlullah’ın (s.a.v.) “Cennetlik” ve “Yaşayan Şehit” müjdelerine nail olmuş büyük bir kahramandır. Onun hayatı, bizlere fedakârlığın, cömertliğin ve imanın ne demek olduğunu en güzel şekilde öğretmektedir.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

**************

• Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)

Resûlullah’ın Havarisi: Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)
Mekke’nin ilk günleriydi. Güneşin en yakıcı olduğu, cehaletin ise kalpleri en çok kararttığı bir dönemde, iman nuru seçkin kalplere birer birer düşmeye başlamıştı. İşte bu seçkin kalplerden biri, henüz 12-15 yaşlarında gencecik bir fidana aitti. Bu fidanın adı Zübeyr’di.
O, sıradan bir çocuk değildi. Soylu bir ağacın dalıydı. Babası Avvâm, annesi ise Allah Resûlü’nün (sas) halası, Hz. Hamza’nın kız kardeşi olan cesur yürekli Safiyye bint Abdülmuttalib idi. Yani o, Peygamber Efendimizin hem halasının oğlu, hem de en yakın dostlarından biri olacaktı.
Hz. Zübeyr, İslâm’ı ilk kabul edenlerin, o “ilklerin” arasındaydı. Tevbe Sûresi’nde övülen “Sâbikûn-ı Evvelûn” yani “ilkler ve öncüler” kervanına katılmıştı:
“İslâm’ı ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah razı olmuştur, onlar da O’ndan razıdırlar. Allah onlar için, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 9/100)
Genç Zübeyr, bu büyük kurtuluşa adını ilk yazdıranlardandı.
1. Genç Bir Yürekte Sarsılmaz İman
Müslüman olduğunu açıkladığında, amcası Nevfel bin Huveylid öfkeyle üzerine yürüdü. Bu genç yeğeninin atalarının dinini terk etmesini kabullenemiyordu. Zübeyr’i (r.a.) bir hasıra sardı ve onu iple bağladı. Sonra hasırı ateşe vererek dumanıyla ona işkence etmeye başladı. “Eski dinine dön!” diye bağırıyordu.
Ateşin dumanı genzini yakarken, o genç fidanın cevabı netti:
“Hayır! Asla! Ebediyen küfre dönmem!”
Daha o gün, imanın onun kalbinde ne kadar köklü olduğunu göstermişti. Bu sarsılmazlık, onun bütün hayatının özeti olacaktı.

2. Allah Yolunda Çekilen İlk Kılıç
Hz. Zübeyr’in cesareti, imanından hemen sonra kendini gösterdi. Bir gün Mekke’de, “Resûlullah (sas) müşrikler tarafından yakalandı ve öldürüldü!” diye korkunç bir söylenti yayıldı.
Bu haberi duyan genç Zübeyr, bir an bile tereddüt etmedi. Kılıcını kaptığı gibi Mekke sokaklarına fırladı. O anda aklında tek bir şey vardı: Allah Resûlü’nü (sas) korumak, eğer şehit edildiyse intikamını almak! Öfkeyle ve gözü kara bir şekilde koşarken, Mekke’nin yukarı taraflarında bizzat Peygamber Efendimiz (sas) ile karşılaştı.
Resûlullah (sas) onu bu telaşlı ve kılıçlı halde görünce sordu:
“Neyin var, Zübeyr?”
Genç Zübeyr nefes nefese cevap verdi:
“Yâ Resûlallah! Sizin öldürüldüğünüzü duydum!”
Peygamber Efendimiz (sas) tebessüm etti. Bu genç yiğidin kendisine olan bağlılığı ve imanı için gösterdiği bu pervasız cesaret, onu çok memnun etmişti. Onun için hayır duada bulundu.
Tarihçiler, bu kılıcın “Allah yolunda çekilen ilk kılıç” olduğunu söylerler. Hz. Zübeyr (r.a.), daha gencecik yaşında, canını Allah Resûlü’nün canına siper etmekten çekinmeyen bir kahramandı.

3. Uhud’un Kahramanı ve Bedir’in Sarı Sancaktarı
Yıllar geçti, Müslümanlar Medine’ye hicret etti. Hz. Zübeyr, en yakın dostu ve Peygamberimizin kayınpederi olan Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) kızı Hz. Esmâ ile evlenmişti. Bu evlilikten, Medine’de doğan ilk muhacir çocuğu olan Abdullah bin Zübeyr dünyaya geldi.
Savaş meydanları, Hz. Zübeyr’in yiğitliğinin parladığı yerlerdi.
Bedir’de, başında sarı bir sarık vardı. Onun bu heybetli duruşu, müşriklerin kalbine korku salmıştı. Rivayet edilir ki, o gün melekler de Müslümanlara yardıma gelirken, Hz. Zübeyr’in sarığına benzer sarı sarıklar giymişlerdi. O, Bedir’in sembol isimlerinden biriydi.
Uhud’da ise savaşın en kritik anında, Müslümanların dağılmaya başladığı, “Peygamber öldü!” söylentisinin yayıldığı o korkunç anda, bir avuç sahabiyle birlikte Resûlullah’ın (sas) etrafında bir etten duvar örenlerden biriydi. Vücudu, Efendimize (sas) gelen oklara ve kılıçlara kalkan olmuştu. Savaş bittiğinde, vücudunda sayısız yara izi vardı. O gün, Uhud Dağı’nın eteklerinde sadakatin ne demek olduğunu canıyla göstermişti.

4. “Benim Havarim!”
Hz. Zübeyr’in (r.a.) aldığı en büyük unvan, bizzat Peygamber Efendimizin (sas) dilinden dökülen “Havari” kelimesiydi. Havari, bir peygamberin en sadık, en yakın yardımcısı demekti.
Hendek Savaşı günleriydi. Medine kuşatma altındaydı. Müşrik ordusu dışarıda, hainlik yapan Benî Kureyza Yahudileri ise içerideydi. İçerideki düşmanın ne yapacağını bilmek hayati önem taşıyordu.
Peygamber Efendimiz (sas) sahabelerine döndü ve sordu:
“Kim gidip Benî Kureyza’nın durumunu öğrenip bana haber getirir?”
Ortalık buz gibi bir sessizliğe büründü. Düşman hatlarını aşıp, kalenin içine sızıp geri dönmek, ölümle dans etmek demekti.
Sessizliği bozan tek bir ses duyuldu. Bu, Hz. Zübeyr’in sesiydi:
“Ben, yâ Resûlallah!”
Efendimiz (sas) sorusunu tekrarladı. Cevap yine aynıydı:
“Ben, yâ Resûlallah!”
Efendimiz (sas) üçüncü kez sordu. Cevap yine tereddütsüzdü:
“Ben, yâ Resûlallah!”
İşte o an, Peygamber Efendimiz (sas) bu eşsiz bağlılık ve cesaret karşısında mübarek sözünü söyledi:
“Her peygamberin bir havarisi (sadık yardımcısı) vardır. Benim havarim de Zübeyr’dir! Anam babam sana feda olsun!”
Bu söz, Hz. Zübeyr (r.a.) için cennet müjdesinden daha az değerli değildi.

5. Zenginlik, Cömertlik ve Tevekkül
Hz. Zübeyr (r.a.) sadece bir savaş kahramanı değildi. Aynı zamanda çok başarılı ve zengin bir tüccardı. Ama bu zenginlik onun kalbine asla girmedi. O, servetini Allah yolunda harcamak için kazandı. Cömertliği dillere destandı.
Onun tevekkülü ise bambaşkaydı. Vefatına yakın bir zamanda, oğlu Abdullah (r.a.) yanına gelip borçlarını sordu. Hz. Zübeyr, muazzam miktarda olan borçlarını tek tek saydı. Abdullah (r.a.) bu borçların nasıl ödeneceğini düşünürken, Hz. Zübeyr (r.a.) oğluna şu muhteşem tavsiyede bulundu:
“Oğlum, borcum hakkında başın dara düşerse, bir sıkıntıya uğrarsan, de ki: ‘Ey Zübeyr’in Mevlâsı (Efendisi), onun borcunu öde!'”
Yıllar sonra Abdullah bin Zübeyr (r.a.) şöyle diyecekti: “Vallahi, babamın borcu yüzünden ne zaman bir sıkıntıya düşsem, ‘Ey Zübeyr’in Mevlâsı, onun borcunu öde!’ dedim, Allah da (c.c.) o sıkıntıyı mutlaka giderdi.”
O, “Mevlâ” derken, bütün varlığını borçlu olduğu, güvendiği ve sığındığı Rabb’i olan Allah’ı (c.c.) kastediyordu.

6. Hüzünlü Bir Veda: Cemel
Hz. Zübeyr (r.a.), dünyadayken cennetle müjdelenen on sahabiden (Aşere-i Mübeşşere) biriydi. Ancak hayatının sonu, İslâm tarihinin en hüzünlü sayfalarından birine denk geldi.
Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetinden sonra yaşanan karışıklık döneminde (fitne), Hz. Ali (r.a.) halife seçilmişti. Ancak bir grup sahabi, Hz. Osman’ın katillerinin bir an önce bulunması gerektiği düşüncesindeydi. Bu grup içinde Hz. Aişe (r.anha), Hz. Talha (r.a.) ve Hz. Zübeyr (r.a.) de vardı.
İki büyük sahabi ordusu, Cemel Vak’ası’nda karşı karşıya geldi. Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Zübeyr (r.a.), savaş başlamadan önce iki ordunun arasında buluştular. İkisi de birbirinin kardeşi, dostuydu.
Hz. Ali (r.a.), Hz. Zübeyr’e (r.a.) seslendi:
“Ey Zübeyr! Hatırlar mısın? Bir gün Resûlullah (sas) sana, ‘Ali’yi sever misin?’ diye sormuştu. Sen de ‘Evet’ demiştin. Bunun üzerine Efendimiz (sas), ‘Bir gün gelecek, onunla savaşacaksın ve o gün sen haksız (zalim) tarafta olacaksın’ buyurmuştu.”
Hz. Zübeyr (r.a.) bu sözü duyunca donakaldı. Unuttuğu bu hadis-i şerifi hatırlamıştı. “Evet, vallahi hatırladım!” dedi.
Bu hatırlayış, onun için bir dönüm noktası oldu. Peygamberinin bir uyarısını hatırlamışken, asla O’nun damadı ve “İlmin Kapısı” olan Hz. Ali’ye kılıç çekemezdi. Haksız tarafta olmaktan Allah’a sığındı.
Derhal atını çevirdi ve savaş meydanını terk etti. Oğlu Abdullah ona “Baba, korktun mu?” dese de, o kararını vermişti. Fitnenin bir parçası olmayacaktı.

7. Şehadet ve “Havari’nin Kılıcı”
Hz. Zübeyr (r.a.), savaş alanından uzaklaşıp Vâdi’s-Sibâ’ (Yırtıcılar Vadisi) denilen bir yere çekildi. Namaz kılmak için atından indi ve tekbir alıp secdeye vardı.
Ancak Amr bin Cermûz adında bir adam, onu takip etmişti. Hz. Zübeyr (r.a.) tam secdede, Rabbine en yakın olduğu anda, bu adam tarafından haince şehit edildi.
Katil, bir ödül alacağını umarak Hz. Zübeyr’in (r.a.) kılıcını ve zırhını alıp Hz. Ali’nin (r.a.) huzuruna çıktı. Hz. Ali, Peygamberin havarisinin şehit edildiğini öğrenince gözyaşlarına boğuldu. Katile öfkeyle baktı ve Resûlullah’tan (sas) duyduğu şu sözü haykırdı:
“Zübeyr’in katilini cehennemle müjdele!”
Katil, ödül beklerken cehennemle müjdelenince dehşet içinde kaldı.
Hz. Ali (r.a.), eline dostu Zübeyr’in kılıcını aldı. Kılıcı öptü, kokladı ve ağlayarak şöyle dedi:
“Bu kılıç… Vallahi bu kılıç, nice defalar Resûlullah’ın (sas) yüzünden sıkıntıyı ve kederi gidermiştir!”
İşte Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.) buydu…
Cesaretiyle Allah yolunda ilk kılıcı çeken, sadakatiyle Peygamberin “Havarim” dediği, Uhud’da vücudunu siper eden, cömertliğiyle servetini Allah’a adayan ve bir hadisi hatırlayınca fitneden yüz çevirip secdede Rabbine kavuşan büyük bir kahraman. O, yeryüzünde yürüyen bir cennet ehliydi.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*********************

• Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.)

Cennetle Müjdelenen Zengin: Abdurrahman bin Avf (r.a.)
1. Mekke’nin Asil Taciri
Güneşin Mekke vadisini kavurduğu, insanların kendi elleriyle yaptıkları putlara taptığı bir zamanda, şehrin en itibarlı kabilelerinden biri olan Zühreoğulları’na mensup, yakışıklı, zeki ve dürüst bir genç yaşardı. Adı, o zamanlar “Abdülkâbe” (Kâbe’nin kulu) idi. O, Mekke’nin en başarılı tacirlerinden biriydi. Güzel konuşur, insanları kırmaz, ticaretinde asla hileye başvurmazdı. Bu yüzden herkes onu sever ve ona güvenirdi.
Fakat bu gencin derûnî dünyasında bir arayış vardı. Kalbi, taştan ve tahtadan yontulmuş putların ilah olamayacağını fısıldıyordu.
Bir gün, en yakın dostlarından biri olan, “Emîn” (Güvenilir) sıfatıyla tanınan Hz. Ebû Bekir (r.a.) yanına geldi. Yüzünde farklı bir nur, sözlerinde bambaşka bir heyecan vardı. Ona, Abdullah’ın oğlu Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini ilan ettiğini, tek olan Allah’a ibadete davet ettiğini anlattı.
Abdurrahman’ın kalbi zaten bu hakikate hazırdı. Hz. Ebû Bekir’in davetiyle hiç tereddüt etmeden Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna çıktı. Efendimiz’in mübarek lisanından dökülen Tevhid kelimelerini duyduğunda, ruhu yıllardır aradığı pınara kavuşmuş gibi hissetti. Oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek ilk Müslümanlardan olma şerefine erişti.
Resûlullah (s.a.v.), onun “Abdülkâbe” olan ismini beğenmedi. “Sen, bundan sonra ‘Abdurrahman’sın (Rahmân’ın kulusun)” buyurdu. İşte o gün, İslâm tarihinin en parlak yıldızlarından biri olan Abdurrahman bin Avf (r.a.) doğmuş oldu.

2. Hicret ve Kardeşlik: “Bana Çarşının Yolunu Göster”
Müslüman olmak, Mekke’de ateşten bir gömlek giymek gibiydi. Abdurrahman bin Avf (r.a.) da diğer müminler gibi eziyet gördü, işkenceye maruz kaldı. Ama imanı bir an bile sarsılmadı. Önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret ederek her şeyini, o büyük servetini, evini, barkını Mekke’de bıraktı.
Medine’ye vardıklarında, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) eşsiz bir kardeşlik (Muâhât) tesis etti. Mekkeli muhacirler ile Medineli Ensar’ı birbirine kardeş ilan etti. Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.) da Medine’nin en zengin ve cömert adamlarından olan Sa’d bin Rebî (r.a.) ile kardeş yaptı.
Sa’d bin Rebî, kardeşlik hukukunun ne demek olduğunu dünyaya gösterecek şu muhteşem teklifi yaptı:
“Kardeşim Abdurrahman! Ben Medine’nin en zengin adamıyım. Malımın yarısı senindir. İki tane bahçem var, beğen birini sana vereyim. İki hanımım var, bak hangisinden ayrılmamı istersen onu boşayayım, iddeti (bekleme süresi) dolunca sen onunla evlen.”
Bu teklif karşısında Abdurrahman bin Avf (r.a.), gözleri dolarak gülümsedi. O, bir asilzadeydi; kimseye yük olmak istemezdi. İslâm’ın izzetini ve bir müminin vakur duruşunu tasvir eden şu tarihi cevabı verdi:
“Kardeşim! Allah senin malını, mülkünü ve aileni sana mübarek kılsın. Sen bana sadece çarşının yolunu göster.”

3. Bereketin Sırrı: “Taşı Kaldırsam Altın Bulurum”
Hz. Abdurrahman (r.a.), ertesi sabah Medine çarşısına gitti. O, ticaretin ustasıydı. Alnının teriyle kazanmanın ne demek olduğunu iyi bilirdi. Az bir sermaye ile alım satıma başladı. Dürüstlüğü, zekâsı ve Allah’ın ona bahşettiği inanılmaz bereket ile kısa zamanda yine Medine’nin en zenginlerinden biri oldu.
Öyle ki, yıllar sonra kendisi bu durumu şöyle anlatacaktı: “Sanki hangi taşı kaldırsam, altında bir altın veya gümüş bulacak gibiydim.”
O, dünyaya esir olmadı; dünyayı ahiretine hizmetkâr eyledi. Kazandıkça şımarmadı, aksine daha çok şükretti ve daha çok dağıttı.

4. Allah Yolunda Bir Nefer
Hz. Abdurrahman (r.a.), sadece bir tacir değil, aynı zamanda korkusuz bir kahramandı. Bedir Savaşı’nda müşriklerin en azılılarından birini bizzat o etkisiz hale getirmişti.
Uhud Savaşı ise onun isbat ettiği sadakatin zirvesidir. Savaşın en kritik anında, Resûlullah’ın (s.a.v.) etrafındaki koruma kalkanı daraldığında, Hz. Abdurrahman (r.a.) kendini Efendimiz’e siper eden bir avuç kahramandan biriydi. O gün yirmiden fazla yara aldı. Öyle ki, bazı yaraları ömür boyu iyileşmedi ve bu şerefli gazi, hayatının geri kalanını hafif topallayarak geçirdi. Bu topallama, onun için bir utanç değil, Allah Resûlü’nü (s.a.v.) korumanın şeref madalyasıydı.
Tebük Seferi’nde ise eşine az rastlanır bir hadise yaşandı. Sefer hazırlığı için Efendimiz (s.a.v.) yardım istediğinde, Hz. Ömer (r.a.) malının yarısını getirmişti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ise tamamını. Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.) da o gün servetinin yarısı olan tam dört bin dirhem gümüş getirerek ordunun en büyük ihtiyaçlarından birini karşıladı.
Yine bu sefer sırasında, bir sabah namazında Resûlullah (s.a.v.) bir mazereti sebebiyle namaza gecikti. Cemaat, imam olarak Hz. Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.) öne geçirdi. O, namaza durduktan bir rekât sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yetişti ve Abdurrahman bin Avf’ın (r.a.) arkasında namaza durdu. Bir peygamberin, ümmetinden birinin arkasında namaz kılması ne büyük bir şerefti! Efendimiz (s.a.v.), namazdan sonra onun bu yaptığını tasvip ederek, “Çok iyi yaptınız” buyurdu.

5. Cennete “Emekleyerek” Girmekten Korkan Cömertlik
Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.), “infak” yani Allah yolunda harcama denilince akla gelen ilk isimdir. O, kazandığı servetin bir imtihan olduğunu bilir, bu imtihanı kaybetmekten çok korkardı.
Bir gün, Medine ufuklarını toz duman kapladı. Şehre muazzam bir gürültü yayıldı. Tam 700 deveden oluşan dev bir ticaret kervanı Medine’ye giriyordu. Bu, o zamana kadar görülmüş en büyük kervandı ve tamamı Abdurrahman bin Avf’a (r.a.) aitti.
Müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a.), bu gürültüyü duyunca sordu. “Bu nedir?” Dediler ki: “Abdurrahman’ın kervanı.”
Hz. Aişe (r.a.) bunun üzerine, Resûlullah’tan (s.a.v.) duyduğu şu hadis-i şerifi hatırlattı:
“Ben, Abdurrahman bin Avf’ı Cennet’e emekleyerek (veya sürünerek) girerken gördüm.”
Bu sözün manası şuydu: Helal bile olsa, bu kadar büyük bir servetin hesabını vermek çok uzun sürecek, bu da onun Cennet’e süratle girmesine mani olacaktı.
Bu hadis-i şerif, yıldırım gibi Hz. Abdurrahman’ın (r.a.) kulağına ulaştı. Haberi duyduğu an dizlerinin bağı çözüldü. O, Cennet’le müjdelenmişti ama “emekleyerek” girmek istemiyordu. Koşarak, hatta uçarak girmek istiyordu.
Hemen Hz. Aişe’nin (r.a.) huzuruna vardı ve dedi ki:
“Ey Müminlerin Annesi! Şahit ol ki, bu 700 develik kervanın tamamını, üzerindeki yükleriyle birlikte Allah yolunda tasadduk ettim (sadaka olarak verdim)!”
Bir el hareketiyle, bugün bile hesaplanması zor bir serveti, sırf ahiret hesabını kolaylaştırmak için gözünü kırpmadan bağışlamıştı. O, hayatı boyunca binlerce köleyi azat etti, savaşlara hazırlanan orduları defalarca tek başına donattı ve Medine’nin fakirlerine o kadar çok yardım etti ki, “Medine halkının üçte biri Abdurrahman’ın servetine ortaktı” denildi.

6. Ümmetin Emanetçisi
Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.), sadece cömert bir zengin değil, aynı zamanda derin bir âlim ve bilge bir devlet adamıydı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer’e (r.a.) en yakın danışmanlardan oldu.
Hz. Ömer (r.a.) şehit edilmeden önce, kendisinden sonraki halifeyi seçmek için altı kişilik bir şûrâ (danışma kurulu) belirlemişti. Bu altı kişi, Cennet’le müjdelenen sahâbîlerdendi ve biri de Abdurrahman bin Avf’tı (r.a.).
Hz. Abdurrahman (r.a.), ümmetin birliğini her şeyin üstünde tuttu. Kendisinin halife olma hakkı varken, fitne çıkmaması için bu hakkından feragat etti. Diğer adaylarla tek tek görüştü, Medine halkının nabzını tuttu ve yaptığı istişareler sonucunda Hz. Osman’ın (r.a.) halife seçilmesinde kilit rol oynadı. Kendi enaniyetini (egosunu) değil, ümmetin maslahatını ön plana çıkardı.

7. Cennet’teki Yerine Yürüyüş
Ömrünü İslâm’a adayan bu mübarek sahâbî, Hz. Osman (r.a.) devrinde, 70 yaşını geçmişken Medine’de vefat etti. Cenaze namazını Hz. Osman (r.a.) kıldırdı. Kabre indirilirken, Hz. Ali (r.a.) ve Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.) gibi yüce sahâbîler ona hizmet etti.
Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.), dünyada zenginliğin esiri olmayan, bilakis zenginliği ahiretine sermaye yapan bir fazilet âbidesiydi. O, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şu müjdesine mazhar olan 10 kişiden biriydi:
“Ebû Bekir Cennetliktir, Ömer Cennetliktir, Osman Cennetliktir, Ali Cennetliktir, Talha Cennetliktir, Zübeyr Cennetliktir, Abdurrahman bin Avf Cennetliktir, Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennetliktir, Saîd bin Zeyd Cennetliktir, Ebû Ubeyde bin Cerrah Cennetliktir.” (Tirmizî)
Allah ondan ve bütün sahâbîlerden ebediyen razı olsun.

********************

• Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)

Cennetle Müjdelenen Kahraman: Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)
Mekke’nin en asil ailelerinden birine mensup, zeki ve çevik bir genç adam düşünün. O, henüz gencecik yaşında, kalbinde bir hakikat arayışı taşıyordu. Bu genç adam, Sa’d bin Ebî Vakkâs idi. O, sadece bir kahraman değil, aynı zamanda yeryüzünde yürürken cennetin kokusunu alan mübarek bir ruhtu.
İşte o büyük sahabi, “Aşere-i Mübeşşere” yani hayattayken cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Hz. Sa’d’ın (r.a.) ibret dolu hayat hikayesi.

Bölüm 1: Hidayet Güneşi ve Bir Annenin Direnişi
Hz. Sa’d, Kureyş’in Zühreoğulları kolundandı. Bu kol, aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) muhterem annesi Hz. Amine’nin de kabilesiydi. Bu yüzden Resûlullah (s.a.v.), Hz. Sa’d’ı gördüğünde ona olan sevgisini “İşte benim dayım! Böyle dayısı olan varsa göstersin!” diyerek iltifat ederdi.
Sa’d (r.a.), Mekke’de İslam davetinin başladığı ilk günlerde, henüz 17 yaşındayken bu nurlu halkaya katıldı. O, ilk Müslümanlardan, “Sâbikûn-el-Evvelûn”dan olma şerefine erişti.
Ancak bu karar, onun için büyük bir imtihanın kapısını araladı. Annesi Hamne bint Süfyan, oğlunun atalarının dinini terk ettiğini öğrendiğinde deliye döndü. Oğlunu bu yeni dinden vazgeçirmek için o güne kadar görülmemiş bir yola başvurdu. Dedi ki: “Ey Sa’d! Bu yaptığın nedir? Ya bu yeni dinini terk edersin ya da ben açlık grevine başlarım. Yemem, içmem ve senin yüzünden ölürüm. İnsanlar da seni ‘annesinin katili’ diye kınarlar!”
Annesi dediğini yaptı. Günlerce yemedi, içmedi. Hz. Sa’d, annesinin bu haline çok üzülüyordu. Annesine olan sevgisi ile Allah’a ve Resûlü’ne olan imanı arasında kalmıştı. Fakat onun kalbindeki iman sarsılmazdı. Annesinin yanına gitti ve o meşhur, imanın zirvesini gösteren şu sözleri söyledi:
“Anneciğim! Allah’a yemin ederim ki, bilesin: Yüz tane canın olsa ve her biri teker teker çıksa, ben yine de bu dinimden asla dönmem! İster ye, ister yeme!”
Bu sarsılmaz kararlılık karşısında annesi direnmekten vazgeçti. Bu hadise o kadar mühimdi ki, bizzat Cenâb-ı Hak, bu konuda bir ayet indirerek imanın, anne-baba hakkından bile önce geldiğini, ancak onlara (Allah’a şirk koşma emri dışında) iyi davranmak gerektiğini bildirdi.
Lokmân Suresi 15. ayette şöyle buyrulur:
“Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle çekişirlerse, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduklarınızı haber veririm.”

Bölüm 2: İslam Uğruna Akıtılan İlk Kan ve “Okların Efendisi”
Mekke yılları, Müslümanlar için çok çetindi. İbadetlerini gizli yapmak zorundaydılar. Bir gün Hz. Sa’d ve birkaç arkadaşı, bir dağ eteğinde namaz kılarken müşriklerden bir grup onlara sataştı, ibadetleriyle alay etti.
Müslümanlar, ibadetlerini savunmak zorunda kaldılar. Çıkan arbedede Hz. Sa’d (r.a.), eline geçirdiği bir deve kemiği ile saldıranlardan birini yaraladı. Bu hadise, İslam uğruna müşrik kanının akıtıldığı ilk hadise olarak tarihe geçti.
O, aynı zamanda “Allah yolunda ilk ok atan kişi” unvanına da sahiptir. Resûlullah (s.a.v.), onu bir seriyyenin (askeri birlik) başına getirmiş ve düşmana karşı bir ok atarak İslam ordularının okçuluk geleneğini o başlatmıştı.

Bölüm 3: “At Yâ Sa’d! Anam Babam Sana Feda Olsun!”
Hz. Sa’d’ın hayatı, cesaret ve kahramanlık tablolarıyla doludur. Bedir Savaşı’nda, o günün en korkulan savaşçılarından Saîd bin Âs’ı mağlup ederek büyük bir kahramanlık gösterdi.
Ancak onun yıldızının parladığı asıl yer Uhud Savaşı’ydı.
Uhud’da, savaşın en kritik anında, Müslümanların dağıldığı ve Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek dişinin kırıldığı o dehşet anında, Peygamberimizin yanında kalan bir avuç sahabiden biri Hz. Sa’d idi.
Hz. Sa’d, bir kaya gibi Resûlullah’ın (s.a.v.) önünde durmuş, ok çantasındaki (sadak) bütün okları müşriklerin üzerine bir yağmur gibi yağdırıyordu. O kadar isabetli atıyordu ki, attığı her ok hedefini buluyordu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onun bu fedakârlığı ve mahareti karşısında o kadar memnun oldu ki, oklarını ona bizzat uzatıyor ve onu şu tarihi cümleyle teşvik ediyordu:
“At yâ Sa’d! Anam babam sana feda olsun!”
Hz. Ali (r.a.) yıllar sonra bu anı hatırlayarak, “Resûlullah’ın (s.a.v.), Sa’d’dan başka hiç kimse için ‘anam babam sana feda olsun’ dediğini duymadım” diyecektir. Bu, bir sahabinin alabileceği en büyük iltifat ve en yüce şeref madalyasıydı.

Bölüm 4: Duası Makbul Kılınan Sahabi
Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın bir diğer eşsiz özelliği, “duası makbul” bir kul olmasıydı. Bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona şöyle dua etmişti:
“Allah’ım! Sa’d sana dua ettiği zaman onun duasını kabul et!”
Bu duadan sonra, Hz. Sa’d’ın ellerini açıp da Rabbinden istediği hiçbir şey geri çevrilmedi. O, hem heybetiyle hem de duasıyla korkulan bir sahabi oldu. Hayatı boyunca kimseye beddua etmemeye gayret etti. Ancak adaletsizlik gördüğünde ve zulümle karşılaştığında, onun duası zalimler için bir kılıç gibiydi.
Bir defasında, Kûfe valisiyken bazıları onu Hz. Ömer’e (r.a.) şikâyet etmiş, “Sa’d namazı bile doğru kıldırmıyor” diye iftira atmışlardı. Hz. Ömer onu teftiş için geri çağırdı. Hz. Sa’d, tüm camileri dolaşarak halka nasıl namaz kıldırdığını sordu. Herkes ondan övgüyle bahsetti. Ancak bir adam kalkıp, “Madem soruyorsunuz söyleyeyim. Sa’d, ordunun başına geçip sefere çıkmaz, ganimeti adil dağıtmaz ve hükümde adaletli davranmaz!” dedi.
Bu ağır iftira karşısında sabrı taşan Hz. Sa’d (r.a.) ellerini kaldırdı ve o meşhur duasını yaptı:
“Allah’ım! Eğer bu kulun, yalan yere, sırf gösteriş ve şöhret için kalkıp bana bu iftiraları atıyorsa, onun ömrünü uzat, fakirliğini artır ve onu fitnelere düşür!”
Yıllar sonra o adamı görenler, yaşlılıktan kaşları gözlerinin üzerine düşmüş, fakirlikten perişan halde ve yollarda genç kızlara sataşırken buldular. Ona “Bu halin nedir?” dediklerinde, “Ne yapayım! Sa’d’ın duasına uğradım!” diye cevap verirdi.

Bölüm 5: İran Fatihi ve Kadisiye Kumandanı
Hz. Sa’d’ın (r.a.) İslam tarihindeki en büyük askeri başarısı, şüphesiz devasa Sasanî (İran) İmparatorluğu’na son veren Kadisiye Savaşı’nın başkumandanı olmasıdır.
Halife Hz. Ömer (r.a.), İran’ın fethi için orduyu kime emanet edeceğini istişare ettiğinde, herkes “İslam’ın okçusu, Resûlullah’ın dayısı Sa’d bin Ebî Vakkâs” isminde birleşti.
Hz. Sa’d, 30 bin kişilik İslam ordusunun başında, 120 bin kişilik (fillerle desteklenmiş) devasa Sasani ordusunun karşısına çıktı. Savaş başlamadan hemen önce, Hz. Sa’d şiddetli bir hastalığa (siyatik) yakalandı, atına binemez haldeydi. Ancak bu durum onun kumandanlık yapmasına engel olmadı.
Savaş meydanını gören yüksek bir köşkün üzerine çıktı ve oradan orduyu sevk ve idare etti. Bazıları bunu eleştirse de, onun stratejisi ve askerlerinin imanı, üç gün süren kanlı savaşın sonunda İslam ordusuna muazzam bir zafer getirdi. İran ordusu dağıldı, başkumandanları Rüstem öldürüldü ve İran’ın kapıları Müslümanlara açıldı.
Bu zaferden sonra Hz. Sa’d, Sasani’nin başkenti Medâin’e (Ctesiphon) girdi. Kisra’nın hazinelerini ve muazzam sarayını gördüğünde, bir fatih gururuyla değil, Allah’ın vaadinin gerçekleştiğini gören mütevazı bir mümin olarak şu ayeti okuyordu:
“Onlar geride nice bahçeler, nice pınarlar bıraktılar…” (Duhân, 25)
Hz. Sa’d (r.a.) aynı zamanda bugünkü Kûfe şehrinin de kurucusudur.

Bölüm 6: Fitne Zamanında Uzlet
Hz. Sa’d (r.a.), halifeliği boyunca Hz. Ömer’in (r.a.) en güvendiği devlet adamlarından biri oldu. Hz. Ömer, vefatından önce halife seçimi için belirlediği altı kişilik şûra (danışma kurulu) heyetine onu da dâhil etti.
Ancak Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetinden sonra başlayan fitne (iç karışıklık) döneminde, Hz. Sa’d (r.a.) çok hikmetli bir duruş sergiledi. O, Müslüman kanı dökülmesine şiddetle karşıydı. Ne Hz. Ali’nin (r.a.) ne de karşı tarafın yanında savaşa girmeyip uzleti (toplumdan çekilme) tercih etti.
Oğulları onu savaşa girmeye ikna etmeye çalıştığında onlara şu tarihi nasihati verdi:
“Oğlum! Fitne zamanında oturan, ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden; yürüyen, koşandan hayırlıdır. Bana ‘şu kâfirdir, bu mümindir’ diye ayırabilen iki gözlü bir kılıç getirin, o zaman savaşırım.”
O, kılıcını sadece Allah düşmanlarına karşı kullanmış, Müslümanlara yöneltmekten titizlikle kaçınmıştır.

Bölüm 7: Veda Vakti ve Bedir Cübbesi
Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.), uzun ve bereketli bir ömür sürdü. Cennetle müjdelenen on sahabinin vefat edeni olarak en son o kaldı. Medine yakınlarındaki Akîk vadisindeki çiftliğinde hastalandı. Vefat edeceğini anladığında yanında eski, yün bir cübbe getirilmesini istedi.
Ailesi bu eski cübbenin ne olduğunu sorduğunda, gözleri parlayarak şöyle dedi:
“Bedir Savaşı’nda müşriklerle çarpışırken üzerimde bu cübbe vardı. Onu bugüne kadar sakladım. Beni bu cübbeyle kefenleyin. Rabbimin huzuruna bu cübbeyle çıkmak istiyorum.”
Vefat ettiğinde, Medine’de hayatta olan sahabeler ve Tabiin’in büyükleri onun cenazesini omuzlarda taşıdı. Cennetle müjdelenen bu son yolcuyu, Peygamber hanımları (müminlerin anneleri) bile mescitteki odalarından gözyaşlarıyla uğurladılar.
Hz. Sa’d (r.a.), bize sarsılmaz bir imanın, annesine olan saygının, Allah yolunda cesaretin, duanın gücünün ve fitne zamanında nasıl bir duruş sergilemek gerektiğinin en güzel misallerini bırakan, İslam semasının en parlak yıldızlarından biri olarak ebediyete intikal etti.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*****************

• Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.)

Cennetle Müjdelenen Yiğit: Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.)
Giriş: Hakikati Arayan Bir Babanın Oğlu
Güneşin Mekke’yi kavurduğu, cehaletin ve putperestliğin kalpleri kararttığı bir dönemde, bu karanlığın içinde bile tek bir Yaratıcı’yı arayan, kalbi temiz kalmış insanlar vardı. Bu nadir insanlardan biri de Zeyd bin Amr bin Nüfeyl idi.
Zeyd, Kâbe’nin duvarına yaslanır, putlara tapan kavmine bakar ve iç geçirirdi: “Siz yanlış yoldasınız. Ben, İbrahim’in (a.s.) Rabbine iman ediyorum.” O, Hanîf dinine mensuptu; yani daha Peygamberimiz (s.a.v.) tebliğe başlamadan önce bile Allah’ın birliğine inanan bir muvahhiddi.
İşte bizim hikayemizin kahramanı Saîd, böyle mübarek bir babanın evladı olarak dünyaya gözlerini açtı. O, putlara secde etmenin anlamsızlığını daha babasının dizinin dibinde öğrenmişti. Kalbi, doğuştan gelen bir saflıkla hakikati aramaya meyilliydi. Babası Zeyd, aradığı peygamberi göremeden vefat etmiş olsa da, arkasında hakikate susamış bir evlat bırakmıştı.

Bölüm 1: Nur ile İlk Tanışma
Mekke semaları, Hira Dağı’ndan yayılan “Oku!” emriyle aydınlanmaya başladığında, Hz. Saîd (r.a.) delikanlılık çağlarındaydı. Bu yeni davetin merkezinde, kavminin en güvenilir insanı olan Muhammedü’l-Emîn (s.a.v.) vardı.
Hz. Saîd, babasından miras aldığı o temiz fıtratla bu sese kulak verdi. Daveti duyduğu an, kalbinde en ufak bir şüphe duymadı. Bu, babasının ömrü boyunca aradığı hakikatin ta kendisiydi.
Aynı sıralarda, Mekke’nin en güçlü ailelerinden birine mensup olan Hz. Ömer’in (r.a.) kız kardeşi Fâtıma bint Hattâb ile evliydi. Hz. Fâtıma da en az eşi kadar cesur ve hakikate açıktı. Karı-koca, birlikte Peygamber Efendimizin (s.a.v.) huzuruna çıktılar ve ilk Müslümanlar arasına katıldılar.
Mekke’de Müslüman olmak, ateşi elde tutmak gibiydi. İşkence, hakaret ve dışlanma her yerdeydi. Özellikle de Hz. Fâtıma’nın ağabeyi Ömer bin Hattâb, Müslümanlara karşı en sert ve öfkeli olanlardandı. Hz. Saîd ve Hz. Fâtıma, imanlarını, özellikle de Ömer’den gizlemek zorundaydılar. Evlerinde gizlice Kur’an okuyor, ibadetlerini saklı saklı yapıyorlardı.

Bölüm 2: İslam Tarihini Değiştiren Ev
Bir gün, Mekke sokakları Ömer’in öfkesiyle yankılanıyordu. Kureyş’in ileri gelenleri, “Bu işi bitirecek biri yok mu?” diye sormuş, Ömer kılıcını kuşanmış ve “Ben bu işi bitireceğim!” diyerek Peygamber Efendimizi (s.a.v.) öldürmek üzere yola çıkmıştı.
Yolda karşılaştığı bir sahabi (Nuaym bin Abdullah), onun bu tehlikeli niyetini anlayınca, onu durdurmak için zekice bir hamle yaptı: “Sen önce kendi ailene bak, Ömer! Kız kardeşin Fâtıma ve enişten Saîd de Muhammed’in dinine girdi!”
Ömer, duyduklarıyla deliye döndü. Yönünü derhal kardeşinin evine çevirdi. Kapıya geldiğinde, içeriden gelen o güne kadar duymadığı, ulvi bir ses duydu. Bu, Tâhâ Sûresi’nin ayetleriydi. Yanlarında bulunan Habbâb bin Eret (r.a.), onlara Kur’an öğretiyordu.
Ömer’in kapıyı yumruklamasıyla içeride bir telaş başladı. Hz. Habbâb saklandı, Hz. Fâtıma Kur’an sahifelerini gizlemeye çalıştı. Ömer hışımla içeri girdi: “Duyduğum o sesler neydi?”
Hz. Saîd cesaretle öne atıldı, fakat Ömer’in öfkesi o kadar büyüktü ki, eniştesini yakalayıp yere vurdu. Kardeşi Fâtıma, eşini korumak için araya girdiğinde, Ömer’in sert tokadı onun yüzünü kanattı.
İşte o an, tarihin akışının değiştiği andı.
Kız kardeşinin yüzünden akan kanı gören Hz. Fâtıma, bütün korkusunu yenerek haykırdı:
“Evet, ey Ömer! Biz Müslüman olduk. Allah’a ve Resulü’ne iman ettik. Elinden geleni ardına koyma!”
Bu beklenmedik cesaret, bu iman gücü ve kardeşinin kanı, Ömer’in kalbindeki katılığı bir anda çatlattı. Yaptığından pişman oldu. Duruldu ve “Okuduğunuz o şeyi bana verin,” dedi.
Hz. Fâtıma’nın şartını (temizlenmesini) yerine getirdikten sonra Tâhâ Sûresi’nin yazılı olduğu sahifeleri eline aldı. Okumaya başladı: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Tâ-Hâ. Biz, Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye değil, ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik. O, yeri ve yüce gökleri yaratanın katından indirilmiştir…” (Tâhâ, 1-4)
Ayetler Ömer’in kalbine bir ok gibi saplandı. Gözyaşları içinde, “Bu ne kadar güzel, ne kadar yüce bir kelam! Beni hemen Muhammed’e (s.a.v.) götürün,” dedi.
Hz. Saîd bin Zeyd ve eşi Hz. Fâtıma’nın evinde yaşanan bu hadise, “Şiddetli” Ömer’in, “Adil Halife” Hz. Ömer (r.a.) olmasına vesile oldu.

Bölüm 3: Savaş Meydanlarının Cesur Süvarisi
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), Medine’ye hicret ettikten sonra Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı. O, yiğit bir savaşçıydı.
Bedir Savaşı’na fiilen katılamamıştı. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onu ve Hz. Talha’yı (r.a.), Kureyş kervanının durumu hakkında bilgi toplamaları için keşif görevine göndermişti. Onlar Medine’ye döndüklerinde, İslam ordusu Bedir’de zaferi çoktan kazanmıştı. Ancak Resûlullah (s.a.v.), görev başında oldukları için her ikisine de hem ganimetten pay verdi hem de savaşa katılmış gibi ecir alacaklarını müjdeledi.
Uhud Savaşı’nda ise en zorlu anlarda Peygamber Efendimizin (s.a.v.) etrafında kenetlenen, O’nu canları pahasına koruyan bir avuç kahramandan biriydi. Hendek’te, Hayber’de, Mekke’nin Fethi’nde ve Huneyn’de hep en ön saflardaydı.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) vefatından sonra da cihad aşkı sönmedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) dönemlerinde Suriye (Şam) cephesinde İslam ordularının en önemli komutanlarından biri oldu. Özellikle Yermük Savaşı’nda gösterdiği kahramanlık dillere destandı. Ordunun süvari birliklerinin başındaydı ve askerlerini cesaretlendirirken adeta kükreyen bir aslan gibiydi. Şam’ın (Dımeşk) fethinde bizzat bulundu ve şehir teslim olduğunda, şehrin kapılarından birini teslim alan komutan oydu.

Bölüm 4: Duası Kabul Olan Sahabi
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), sadece kılıcıyla değil, duasıyla da meşhur bir sahabiydi. O, “Mustacabu’d-Da’ve” idi; yani duası Allah katında hemen kabul görenlerdendi. Bununla ilgili yaşanan şu hadise çok meşhurdur:
Medine’de yaşadığı dönemde, Ervâ bint Üveys adında bir kadın, komşusu olan Hz. Saîd’i haksız yere valiye şikâyet etti. Kadın, “Saîd benim arazimin bir kısmını gasp etti, kendi arazisine kattı!” diye iftira attı.
Bu haksız itham, cennetle müjdelenmiş bu mübarek sahabinin kalbini çok kırdı. O ki, bütün hayatını hak ve adalet için adamıştı. Ellerini semaya kaldırdı ve gözyaşları içinde şöyle dua etti:
“Allah’ım! Eğer bu kadın yalan söylüyorsa, onun gözlerini kör et! Ve o haksız yere sahiplendiği toprağı ona mezar eyle (yani o arazide canını al)!”
Aradan çok zaman geçmedi. Medine halkı, Ervâ adındaki o kadının gözlerinin kör olduğuna şahit oldu. Kadın, kör olduktan sonra bir gün yine o tartıştıkları arazide dolaşırken, oradaki eski bir kuyuya veya çukura düştü ve orada can verdi.
Bu hadise, haksız yere iftira atmanın ne kadar tehlikeli olduğunu ve duası makbul kulların ahından sakınmak gerektiğini herkese gösteren ibretlik bir olay olarak tarihe geçti.

Bölüm 5: “O, Cennetliktir!”
Hz. Saîd bin Zeyd’in (r.a.) bu dünyadaki en büyük şerefi ve en büyük mutluluğu, bir gün bizzat Peygamber Efendimizin (s.a.v.) mübarek dilinden ismini duymasıydı.
Resûlullah (s.a.v.), bir gün ashabıyla otururken şöyle buyurdu:
“Ebû Bekir cennetliktir. Ömer cennetliktir. Osman cennetliktir. Ali cennetliktir. Talha cennetliktir. Zübeyr cennetliktir. Abdurrahman bin Avf cennetliktir. Sa’d bin Ebî Vakkâs cennetliktir. Saîd bin Zeyd cennetliktir. Ebû Ubeyde bin Cerrâh cennetliktir.” (Aşere-i Mübeşşere)
Düşünebiliyor musunuz? Henüz hayattayken, ayaklarınız yeryüzünde gezerken, adınızın cennet ehlinden olarak ilan edilmesi ne büyük bir bahtiyarlıktır!
Vefatı ve Mirası
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), uzun ve bereketli bir ömür sürdü. Özellikle Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetinden sonra başlayan fitne olaylarına hiç karışmadı. Uzlete çekilmeyi, Müslümanlar arasında kargaşaya taraf olmamayı seçti.
Medine yakınlarındaki Akîk vadisindeki çiftliğinde, yaklaşık 70 yaşlarındayken (Hicri 51 civarı) vefat etti. Onun cenazesini yıkama ve kabre indirme şerefi, Aşere-i Mübeşşere’den hayatta kalan son isimlerden olan Sa’d bin Ebî Vakkâs’a (r.a.) nasip oldu. Cenaze namazını ise Hz. Ömer’in oğlu Abdullah bin Ömer (r.a.) kıldırdı. Medine’nin büyük sahabileri, bu cennetle müjdelenmiş kardeşlerini gözyaşlarıyla Bâki Kabristanı’na defnettiler.
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), bizlere babasından aldığı hakikat aşkını, eşiyle birlikte gösterdiği iman cesaretini, Hz. Ömer gibi bir devin hidayetine vesile olmanın şerefini, savaş meydanlarındaki yiğitliğini ve duası makbul bir kul olmanın nasıl bir fazilet olduğunu miras bıraktı.
O, adını cennete yazdıran sessiz, ama imanı sarsılmaz kahramanlardan biriydi. Allah ondan ebediyen razı olsun.

*******************

• Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.)

Ümmetin Emini: Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.)
Mekke’nin Güvenilir Genci
Güneşin Mekke’nin taş evlerini yaktığı, cehaletin ve putperestliğin kalplere gölge düşürdüğü bir zamanda, Kureyş’in Fihr koluna mensup, asil bir genç adam yaşardı. Adı Âmir bin Abdillâh bin el-Cerrâh idi. Fakat o, daha çok künyesiyle, yani Ebû Ubeyde olarak tanınacaktı.
Ebû Ubeyde (r.a.), İslam’dan önce de Mekke’nin en seçkin simalarından biriydi. Uzun boylu, zarif yapılı, nazik yüzlü ve vakur bir duruşa sahipti. Onu herkes “güvenilir” olarak bilirdi. Söz verdiğinde tutar, kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet etmezdi. Yüksek ahlâkı ve mütevazı (alçakgönüllü) yapısıyla herkesin sevgisini kazanmıştı.
Bir gün, Mekke’de “emin” olarak bilinen bir başka ses, Hz. Muhammed (s.a.v.), insanları tek bir Allah’a (c.c.) imana davet etmeye başladı. Bu yeni daveti duyanların kimisi öfkelendi, kimisi alay etti. Fakat kalbi temiz olanlar için bu ses, uzun zamandır bekledikleri bir müjdeydi.
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) en yakın dostlarından biri, Hz. Ebû Bekir (r.a.) idi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bu yeni nuru kabul eder etmez, güvendiği dostlarına koştu. Ebû Ubeyde’yi (r.a.), Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.), Osman bin Maz’ûn’u (r.a.) ve Erkam bin Ebî Erkam’ı (r.a.) alıp doğruca Kâinatın Efendisi’nin (s.a.v.) huzuruna götürdü.
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) dinlediğinde, kalbinde hiç tereddüt kalmadı. Bu sözlerin, bu davetin hakikat olduğunu derûnî bir sezişle anladı. Oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek ilk Müslümanlardan, yani Sâbikûn-ı Evvelûn’dan olma şerefine erişti.

İmanın En Ağır İmtihanı: Bedir
Mekke’de Müslümanlara yapılan zulümler artınca, Peygamberimiz (s.a.v.) önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret izni verdi. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), her iki hicrete de katıldı; dinini yaşamak için malını, mülkünü, ailesini geride bırakmaktan çekinmedi.
Medine’de yeni bir hayat kurulmuştu. Ancak Mekkeli müşrikler Müslümanların peşini bırakmaya niyetli değildi. Takvimler Hicret’in ikinci yılını gösterdiğinde, Müslümanlar ile müşrikler Bedir kuyularının başında karşı karşıya geldiler. Bu, hak ile batılın ilk büyük savaşıydı.
Savaş meydanında, kılıç sesleri ve nidalar birbirine karışmıştı. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), bir aslan gibi cesaretle savaşırken, gözüne sürekli bir kişi takılıyordu: Müşrik ordusunun saflarındaki babası Abdullah bin Cerrâh.
Babası, oğlunun iman ettiğini biliyordu ve onu karşısında gördükçe öfkesi kabarıyordu. Savaş boyunca kasten oğlunu aradı, onu hedef aldı. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.) ise babasıyla çarpışmamak için sürekli yer değiştirdi, ondan kaçındı. Ne de olsa o babasıydı.
Fakat Abdullah bin Cerrâh, oğlunun peşini bırakmadı. Onu öldürmeye yeminli gibiydi. En sonunda, Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) başka kaçacak yeri kalmadı. Babası, kılıcını çekmiş, tam üzerine geliyordu.
İşte o an, tarihin durduğu anlardan biriydi. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.) için imtihanların en büyüğü gelip çatmıştı. Bir yanda babalık hakkı, diğer yanda Allah’a (c.c.) ve Resûlü’ne (s.a.v.) olan imanı vardı. O, tercihini imandan yana kullanmak mecburiyetinde kaldı. Gözlerini kapadı ve babasının karşısına dikildi. İki kılıç birbirine çarptı ve babası yere yığıldı.
Bu, bir evlat için tahammülü çok zor bir imtihandı. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Allah (c.c.) sevgisini, kan bağının önüne koymuştu. Pek çok müfessir, bu hadise üzerine Mücâdele Suresi’nin 22. ayet-i kerimesinin nâzil olduğunu belirtir. Bu ayet, imanın ne demek olduğunu en veciz şekilde tasvir ediyordu:
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” (Mücâdele 58/22 )

Resûlullah’a (s.a.v.) Emsalsiz Sadakat: Uhud
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olan sevgisi ve bağlılığı ise Uhud Savaşı’nda destanlaşmıştır.
Uhud’da savaşın seyri bir anlığına değişmiş, Müslümanlar zor durumda kalmıştı. Müşrikler, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) etrafındaki korumayı yarmayı başarmıştı. Atılan bir taş, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek dudağını yaralamış, mübarek dişlerinden birini kırmıştı. Dahası, giydiği zırhın (miğferin) iki halkası, mübarek yanağına saplanmıştı.
Kanlar içinde kalan Resûlullah’ın (s.a.v.) hali, sahabelerin yüreğini dağlıyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve diğerleri ona siper olmuştu. O sırada Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), bir ok gibi fırladı. Efendimiz’in (s.a.v.) yüzüne saplanan miğfer halkalarını gördü.
Bazı sahabeler halkaları bir aletle çekmeyi denedi, ancak başaramadılar. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), “Sakın!” dedi. Bir alet kullanırsa, halkaların daha derine batmasından veya Resûlullah’ın (s.a.v.) canını daha çok yakmaktan korktu.
Öne atıldı ve mübarek yanağa saplanan ilk halkayı dişleriyle kavradı. Halkayı çekerken, kendi ön dişlerinden biri kökünden kırıldı ve yere düştü. Ama o, acısını hissetmiyordu bile. Gözü sadece Efendimiz’in (s.a.v.) yüzündeydi. Hemen ikinci halkaya uzandı, onu da dişleriyle sımsıkı yakaladı. O halkayı da çekerken, bir dişi daha kırıldı.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yüzü temizlenmişti ama Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) iki ön dişi kırılmıştı. O günden sonra ona “el-Ehtem” (dişleri kırık olan) denildi. Fakat sahabeler, “Onun bu hali, en güzel süsünden daha güzeldi,” derlerdi. Çünkü bu, Resûlullah’a (s.a.v.) olan emsalsiz sevginin ve fedakârlığın bir nişanıydı.
“Bu Ümmetin Emini”
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) hayatındaki dönüm noktası, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ona verdiği o mübarek unvandı.
Bir gün, Yemen’in Necran bölgesinden bir Hristiyan heyeti Medine’ye geldi. Peygamber Efendimiz’le (s.a.v.) görüştüler ve İslam hakkında bilgi aldılar. Kendi aralarındaki bazı mali meselelerin çözümü ve dinlerini öğrenmek için güvenilir birini istediler. Dediler ki: “Ey Ebü’l-Kâsım! Bize aranızdan güvendiğin, emin birini gönder.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Elbette,” buyurdu. “Size tam manasıyla emin (güvenilir) birini göndereceğim.”
Bu sözü duyan bütün sahabeler heyecanlandı. Hz. Ömer (r.a.) o anı şöyle anlatır: “Hayatımda emirlik (liderlik) makamını o günkü kadar hiç arzu etmemiştim. Resûlullah’ın (s.a.v.) beni seçeceğini ümit ederek sürekli öne doğru atıldım, kendimi göstermeye çalıştım.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), mesciddeki sahabelere mübarek nazarlarıyla baktı. Sessizliği bozarak buyurdu ki:
“Kalk, ey Ebû Ubeyde bin Cerrâh!”
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), sükûnetle ayağa kalktı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu heyete takdim ederken, şu cihan şümul sözü söyledi:
“Her ümmetin bir emini (en güvenilir kişisi) vardır. Ey ümmetim! Bizim eminimiz de Ebû Ubeyde bin Cerrâh’tır.”
O günden sonra onun adı “Emînü’l-Ümme” (Ümmetin Emini) olarak anıldı.
Tevazu Sahibi Komutan
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) devirlerinde de İslam ordularının en mühim komutanlarından biri oldu.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde Suriye’ye gönderilen orduların komutanıydı. Hz. Ömer (r.a.) halife olduğunda, Yermük Savaşı gibi çok kritik bir savaşın ortasında, ordunun başkomutanı olan “Seyfullah” (Allah’ın Kılıcı) Halid bin Velid’i (r.a.) görevden aldı ve yerine Hz. Ebû Ubeyde’yi (r.a.) tayin etti.
Bu, çok hassas bir karardı. Hz. Ömer (r.a.), zaferlerin Halid bin Velid’in (r.a.) dehasına bağlanmasından ve insanların Allah’ı (c.c.) unutmasından endişe etmiş, yumuşak huylu, mütevazı ve Allah’tan (c.c.) çok korkan Ebû Ubeyde’yi (r.a.) başa getirmişti.
İşte bu iki büyük sahabinin ahlâkı burada parladı:
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), halifenin emrini alınca, savaşın ortasında moraller bozulmasın diye bunu hemen açıklamadı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi Hz. Halid’e (r.a.) danışmaya, onun askeri tecrübesinden istifade etmeye devam etti.
Hz. Halid bin Velid (r.a.) ise emri öğrendiğinde, zerre kadar enaniyet göstermedi. “Ben Ömer için değil, Allah (c.c.) için savaşıyorum,” diyerek hemen emre itaat etti ve Ümmetin Emini’nin komutası altında bir nefer gibi cesaretle savaşmaya devam etti.
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) komutasında Şam (Dımaşk) ve Humus fethedildi. Sıra Kudüs’e gelmişti. Kudüs halkı, şehri ancak bizzat Halife Hz. Ömer’in (r.a.) gelip teslim alması şartıyla barış yapacaklarını bildirdi. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Halife’ye mektup yazdı. Hz. Ömer (r.a.), Medine’den kalkıp o meşhur yolculuğuyla Kudüs’e geldi ve şehrin anahtarlarını, komutanı Ebû Ubeyde’nin (r.a.) yanında teslim aldı.
Dünya Malına Değer Vermeyen Vali
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Suriye bölgesinin genel valisi olmuştu. Zengin toprakları, büyük şehirleri yönetiyordu.
Bir gün Halife Hz. Ömer (r.a.), Suriye’ye onu teftişe geldi. Şehre girince, “Kardeşim Ebû Ubeyde nerede?” diye sordu. Onu buldular. Hz. Ömer (r.a.), “Kardeşim, bizi evine götür, biraz dinlenelim,” dedi.
Ebû Ubeyde (r.a.), biraz mahcup oldu. “Ey Mü’minlerin Emiri! Benim evimde ne yapacaksın? Orada gözyaşı dökmekten başka bir şey bulamayacaksın,” dedi.
Hz. Ömer (r.a.) ısrar etti. Vali ve Başkomutan olan Ebû Ubeyde (r.a.), Halife’yi “evim” dediği basit bir çadıra götürdü. Çadırın içinde, duvarda asılı bir kılıç, bir kalkan ve bir su tulumundan başka hiçbir eşya yoktu. Oturmak için yere serilmiş bir post ve yemek için bir tahta çanaktan başka bir şeyi yoktu.
Hz. Ömer (r.a.), “Ey Ebû Ubeyde! İnsanların envai çeşit eşyaları var. Sen koskoca valisin! Bu halin nedir?” diye sordu.
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), o mübarek tevazusuyla cevap verdi: “Ey Mü’minlerin Emiri! Bunlar beni kabre ulaştırıncaya kadar yeter de artar bile.”
Hz. Ömer (r.a.), bu manzaraya ve bu cevaba daha fazla dayanamadı. Ağlamaya başladı. Kardeşine sarıldı ve dedi ki: “Ey kardeşim! Dünya herkesi değiştirdi, ama seni, Resûlullah’ın (s.a.v.) yanından ayrıldığım günkü gibi buldum. Seni değiştiremedi!”

Son İmtihan: Veba ve Teslimiyet
Hicretin 18. yılıydı. Suriye’de, “Tâûn-ı Amvâs” (Amvas Vebası) denilen korkunç bir veba salgını başladı. Salgın, Müslüman ordusunun içinde hızla yayılıyor, pek çok büyük sahabiyi bir bir alıyordu.
Medine’deki Halife Hz. Ömer (r.a.), Ümmetin Emini’nin hayatından endişe ediyordu. Ona hemen bir mektup yazdı. Mektupta şöyle diyordu: “Sana mühim bir ihtiyacım hâsıl oldu. Bu mektubu alır almaz, sakın elinden bırakma ve derhal Medine’ye yola çık.”
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), mektubu okudu. Halife’nin maksadını anladı. Onu vebadan kurtarmak istiyordu. Gülümsedi ve kâtibini çağırıp şu cevabı yazdırdı:
“Ey Mü’minlerin Emiri! Size olan ihtiyacınızı anladım. Fakat ben, Müslüman askerlerimden sadece biriyim. Onlarla birlikteyim. Onlara isabet eden bu musibetten kaçarak kendimi kurtarmak istemem. Ben, Allah’ın (c.c.) benim hakkımdaki kaderinden kaçamam. Lütfen, beni bu vazifemden affedin ve burada kalmama müsaade edin.”
Hz. Ömer (r.a.), mektubu okuduğunda hıçkırıklara boğuldu. Etrafındakiler şaşırdı: “Yoksa Ebû Ubeyde vefat mı etti?”
Hz. Ömer (r.a.), gözyaşları içinde cevap verdi: “Hayır, vefat etmedi. Ama… vefat etmek üzere.”
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), ordusunun başında kaldı. Hastalık ona da bulaştı. Ateşi yükseldiğinde, askerlerini topladı ve onlara son bir vasiyette bulundu: “Size vasiyetim şudur: Namazınızı kılın, orucunuzu tutun, sadakanızı verin. Amirlerinize itaat edin ve onlara hile yapmayın. Dünya sizi aldatmasın…”
Sonra Rabbine döndü. “Ey Allah’ım! Bu musibeti rahmetin olarak gönderdin. Bu rahmetten Ebû Ubeyde’ye de payını ver…”
Ümmetin Emini, Cennetle müjdelenen o büyük sahabi, askerlerinin arasında, vazifesinin başında ruhunu Rabbine teslim etti. Cenazesini en yakın dostları Muaz bin Cebel (r.a.) ve Amr bin el-Âs (r.a.) yıkadı. Bugün kabri, adını verdiği topraklarda, Ürdün’dedir.
O, arkasında ne bir saray ne de bir hazine bıraktı. O, arkasında sadece sarsılmaz bir iman, emsalsiz bir emanet (güvenilirlik) ve “Ümmetin Emini” olma şerefini bıraktı. O, Resûlullah’ın (s.a.v.) “cennettedir” dediği on kişiden biriydi.
Allah (c.c.) ondan ebediyen razı olsun. Bizleri de onun şefaatine nâil eylesin. Âmin.

****************

2. Öne Çıkan Diğer Mühim Sahabiler

Aşere-i Mübeşşere’nin tamamı “öne çıkan” sahabilerin başında gelse de, onlar dışında İslâm tarihindeki yerleri, ilimleri, kahramanlıkları veya Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) yakınlıkları ile bilinen pek çok büyük sahabi daha vardır.

Bu mübarek zatlardan bazıları şunlardır:
Ehl-i Beyt’ten Öne Çıkanlardan
• Hz. Hatice binti Huveylid (r.anhâ): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ilk zevcesi, ilk mü’min ve en büyük destekçisi.
·
·        TÂHİRE: Mekke’nin En Asil Ruhu, Mü’minlerin İlk Annesi Hz. Hatice (r.anhâ)
·        Güneşin Mekke vadisini kavurduğu, cehaletin ve kibrin sokaklarda kol gezdiği bir zamanda, Kâbe’nin gölgesinde bir kadın yaşardı. O, sıradan bir kadın değildi. Kureyş’in en soylu kabilelerinden birine mensuptu. Zenginliği dillere destan, aklı ve feraseti ise en tecrübeli tüccarlara parmak ısırtırdı. Fakat onu asıl yücelten ne serveti ne de soyu idi; onu emsalsiz kılan, o karanlık devirde bile sahip olduğu tertemiz ahlâkı, iffeti ve vakarıydı. Bu yüzden Mekkeliler ona “Tâhire” derlerdi; yani “Pâk, Tertemiz Kadın.”
·        Bu mübarek hanımefendi, Hz. Hatice bint-i Huveylid idi.

·        1. Bölüm: Tâhire’nin Kervanı ve “el-Emîn” ile Tanışma
·        Hz. Hatice (r.anhâ), daha evvel iki evlilik yapmış, eşlerini kaybetmiş, asil ve zengin bir hanımefendi olarak ticaretle meşgul oluyordu. Mekke’nin en büyük kervanlarından bazıları ona aitti. Güvendiği adamları vasıtasıyla mallarını Şam’a, Busra’ya gönderir, büyük kazançlar elde ederdi. Lakin onun için kazançtan daha mühim olan bir şey vardı: Güven, dürüstlük ve güzel ahlâk.
·        Yine böyle bir ticaret seferi için hazırlık yaparken, kulağına bir isim fısıldanmıştı. Bu isim, Mekke’de herkesin dilindeydi: “Muhammedü’l-Emîn” (Güvenilir Muhammed). Henüz 25 yaşında olan bu genç adam, yetim büyümesine rağmen, hayatında bir kez olsun yalan söylememiş, kimsenin hakkına girmemiş, dürüstlüğü ve asaletiyle herkesin takdirini kazanmıştı.
·        Hz. Hatice, bu vasıfları duyduğunda kalbinde bir itimat (güven) belirdi. Bu genç adam, onun kervanını yönetmek için biçilmiş kaftandı. Ona haber gönderdi ve kervanının idaresini teklif etti. Diğer tüccarlara verdiğinden daha fazlasını vereceğini de vaat etti.
·        Peygamber Efendimiz (s.a.v.), amcası Ebû Tâlib’in de teşvikiyle bu teklifi kabul etti. Hz. Hatice, kervana güvendiği hizmetkârı Meysere’yi de dâhil etti ve ona, Muhammedü’l-Emîn’i (s.a.v.) dikkatle nazar etmesini (gözlemlemesini) tembihledi.
·        Kervan yola çıktı. Meysere, yolculuk boyunca hayret verici hadiselere şahit oldu. Güneşin en yakıcı olduğu anlarda bir bulutun kervanın üzerinde, özellikle de Efendimiz’in (s.a.v.) üzerinde dolaşarak ona gölge yaptığını gördü. Busra’da bir manastırın yakınında konakladıklarında, oradaki bir rahibin Meysere’ye gelip, “Şu ağacın altında konaklayan zat kimdir?” diye sorduğunu, Meysere “Mekkeli, Harem ehlinden bir adamdır” deyince, rahibin, “O ağacın altına peygamberlerden başkası oturmamıştır” dediğini hayretle işitti.
·        Dahası, Efendimiz’in (s.a.v.) ticaretteki bereketi, dürüstlüğü, kimseyi kırmaması ve muazzam ahlâkı, kervanın o güne dek görülmemiş bir kârla dönmesini sağladı.
·        Meysere, Mekke’ye döner dönmez, gördüğü her şeyi, hem yoldaki harikulade halleri hem de Efendimiz’in (s.a.v.) yüce ahlâkını bir bir Hz. Hatice’ye anlattı.

·        2. Bölüm: İki Nurun Buluşması (Evlilik)
·        Hz. Hatice (r.anhâ), 40 yaşında, olgun, zeki ve Tâhire lakabına sahip bir hanımefendiydi. Mekke’nin nice zenginleri ve kabile reisleri onunla evlenmek istemiş, lakin o hepsini reddetmişti. Meysere’nin anlattıkları ve bizzat gördüğü o yüce karakter, onun kalbinde bambaşka bir muhabbet ve hürmet uyandırmıştı.
·        Bu genç adamda, sıradan insanlarda olmayan bir nur, bir ulviyet (yücelik) vardı. Hz. Hatice, aradığı o emîn (güvenilir) limanı bulduğunu hissetti. O devrin âdetlerinin aksine, cesur bir adım attı. Güvendiği arkadaşı Nefîse binti Münye aracılığıyla Efendimiz’e (s.a.v.) evlilik teklifini iletti.
·        Efendimiz (s.a.v.), kendisinden 15 yaş büyük olan, Tâhire lakaplı bu asil kadının teklifi karşısında önce şaşırdı, lakin durumu amcalarıyla görüştü. Herkes bu izdivaca razı oldu.
·        Bu evlilik, Mekke’nin en mübarek evliliği oldu. Bu, sadece iki insanın değil, yeryüzünün en büyük davasına zemin hazırlayacak iki mübarek ruhun birleşmesiydi. Onların evi, sevgi, merhamet ve huzurun merkezi oldu.
·        Kur’an-ı Kerim, yıllar sonra, bu evliliğin sırrını sanki şöyle tasvir edecekti:
·        “Kendileriyle huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranıza bir sevgi ve merhamet vermesi de O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Rum Sûresi, 30:21)
·        Bu evlilikten Kâsım, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah (Tayyib/Tâhir) dünyaya geldi. Erkek evlatları küçük yaşta vefat etse de, bu ev, Ehl-i Beyt’in mübarek neslinin de kaynağı olacaktı.

·        3. Bölüm: Hira’dan Gelen Titreyiş ve İlk İman
·        Yıllar birbirini kovaladı. Efendimiz (s.a.v.) 40 yaşına yaklaştığında, içinde bir yalnızlık ve tefekkür arzusu belirdi. Mekke’nin putperest yaşantısından uzaklaşmak için sık sık Hira Dağı’ndaki mağaraya çekilmeye başladı.
·        Hz. Hatice (r.anhâ), eşinin bu halini derin bir anlayışla karşılıyordu. Ona azığını hazırlar, onu sabırla beklerdi.
·        Ve bir Ramazan gecesi… O beklenen an geldi. Cebrail (a.s.), “Oku!” emriyle ilk vahyi getirdi. Efendimiz (s.a.v.), okuma bilmediğini söyledi. Meleğin onu sıkıp bırakmasının ardından ilk ayetler nâzil oldu. Yaşadığı hadisenin ağırlığıyla, kalbi titreyerek mağaradan indi.
·        Evine koştu. Yüzü sapsarı, mübarek bedeni titriyordu. Tek sığınağı, vefalı zevcesi Hz. Hatice’nin yanına geldi ve “Zemmilûnî! Zemmilûnî!” (Beni örtün! Beni örtün!) dedi.
·        Hz. Hatice (r.anhâ) telaşlanmadı. Paniklemedi. O, Tâhire idi. O, vefanın ta kendisiydi. Eşinin üzerine örtüyü serdi, titremesi geçinceye kadar bekledi. Efendimiz (s.a.v.) sükûnet bulduğunda, başından geçenleri anlattı ve “Kendimden korktum, Hatice!” dedi.
·        İşte tam o anda, Hz. Hatice (r.anhâ), tarihin seyrini değiştiren, imanın ve teslimiyetin en büyük isbatı olan şu sözleri söyledi:
·        “Korkma! Allah’a yemin ederim ki, O, seni hiçbir zaman utandırmaz (mahcup etmez). Çünkü sen, akraba bağını gözetirsin, sözün doğrusunu söylersin, muhtacın yükünü taşırsın (âcize yardım edersin), fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafiri ağırlar ve hak yolunda olanlara, başlarına gelen felaketlerde destek olursun.”
·        Bu sözler, bir peygamberin alabileceği ilk ve en büyük dünyevi destekti. Bu, sadece bir eşin tesellisi değil, bir mü’minin imanıydı.
·        Hz. Hatice (r.anhâ) bununla kalmadı. Eşini alıp, bilgisine güvendiği amcaoğlu Varaka bin Nevfel’e götürdü. Varaka, olanları dinleyince heyecanla tasdik etti: “Bu, Allah’ın Mûsâ’ya gönderdiği Nâmûs-ı Ekber’dir (Cebrail’dir). Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkardığı zaman sana yardım edebilseydim!”
·        Hz. Hatice’nin kalbi mutmain olmuştu. Tereddüt etmeden, şüphe duymadan, sorgulamadan, “Âmentü” (İman ettim) dedi.
·        Böylece Hz. Hatice (r.anhâ); bu ümmetin ilk Müslümanı, ilk iman eden şahsiyeti olma şerefine erişti. O, sadece Peygamber’in zevcesi değil, aynı zamanda onun davasının ilk ortağı oldu.

·        4. Bölüm: Dava Yükü, Boykot Yılları ve Vefa
·        İslam’ın ilk yılları çetin geçti. Müslümanlar az, düşmanlar çok ve acımasızdı. İşte bu zorlu yolda Hz. Hatice, Efendimiz’in (s.a.v.) en büyük destekçisi oldu.
·        O, Mekke’nin en zengin kadınıydı. Bütün servetini, malını mülkünü İslam davası için, fakir Müslümanlar için, kölelerin azad edilmesi için tereddütsüz harcadı. O, servetini “infak” eden ilk kişiydi.
·        Efendimiz (s.a.v.), dışarıda müşriklerin eziyetine, hakaretine, alaylarına maruz kalıp yorulduğunda, evine, Hz. Hatice’sinin yanına dönerdi. Onun şefkatli bakışları, iman dolu sözleri ve sarsılmaz desteği, Efendimiz’in (s.a.v.) bütün yorgunluğunu alır, ona güç verirdi.
·        Müşrikler, İslam’ın yayılmasını engelleyemeyince, son çare olarak Müslümanları ve onlara destek olan Haşimoğullarını boykota (mukâtaa) tabi tuttular. Onları Ebû Tâlib Mahallesine hapsettiler. Kimse onlarla konuşmayacak, alışveriş yapmayacak, kız alıp vermeyecekti.
·        Bu boykot tam üç yıl sürdü. Asil ve zengin bir hayat sürmüş olan Hz. Hatice Vâlidemiz, o günlerde 60 yaşını geçmişti. Buna rağmen, o mahallede açlığı, susuzluğu, yokluğu genç Müslümanlarla beraber, en küçük bir şikâyet etmeden yaşadı. Çocukların açlıktan ağlama seslerinin vadiyi çınlattığı o günlerde, o, servetini değil, imanını ve sabrını konuşturdu. Varlığa şükrettiği gibi, yokluğa da sabretti.

·        5. Bölüm: Hüzün Yılı ve Ebedî Vuslat
·        Üç yıllık çileli boykot sona erdiğinde, Müslümanlar nefes almıştı ama bu zorlu yıllar, iki mübarek bedeni çok yıpratmıştı.
·        Önce, Efendimiz’in (s.a.v.) “kalkanı” olan amcası Ebû Tâlib vefat etti. Bu acı henüz çok tazeyken, sadece üç gün sonra, Efendimiz’in (s.a.v.) “sığınağı”, vefalı yâri, ilk mü’mini, çocuklarının annesi Hz. Hatice (r.anhâ) hastalandı.
·        65 yaşındaydı. 25 yıl süren mübarek evliliğin, iman ve cihad dolu bir hayatın sonuna gelmişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), vefat döşeğindeki zevcesinin başucundaydı.
·        Vefat ettiğinde, Efendimiz’in (s.a.v.) hüznü sonsuzdu. O yıl, İslam tarihinde “Hüzün Yılı” (Senetü’l-Hüzün) olarak anıldı. Çünkü Peygamber (s.a.v.), hem koruyucu amcasını hem de en büyük destekçisi olan zevcesini kaybetmişti.
·        Onu kendi mübarek elleriyle Mekke’deki Hacûn Kabristanı’na defnetti. O gün henüz cenaze namazı farz kılınmamıştı.

·        Hatice’nin (r.anhâ) Ardından Kalan Sevgi
·        Hz. Hatice Vâlidemizin vefatından sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu asla unutmadı. Onu her andığında gözleri dolar, “O, bana iman etti; herkes beni inkâr ederken… O, beni tasdik etti; herkes beni yalanlarken… O, malıyla bana destek oldu; herkes beni mahrum bırakırken… Ve Allah, bana ondan evlatlar nasip etti” derdi.
·        O kadar vefalıydı ki, evde bir kurban kesildiğinde, etinden mutlaka Hz. Hatice’nin hayattaki arkadaşlarına ve akrabalarına pay gönderirdi.
·        Bir gün Hz. Aişe (r.anhâ) Vâlidemiz, Efendimiz’in (s.a.v.) onu bu kadar sık anmasına şaşırmış, “Allah sana ondan daha hayırlısını (daha gencini) vermedi mi?” diye sormuştu. Efendimiz’in (s.a.v.) cevabı net ve sarsılmazdı:
·        “Vallahi, Allah bana ondan daha hayırlısını vermedi!”
·        Ve bir defasında şöyle buyurmuştu: “Bana onun sevgisi rızık olarak verildi.”
·        Hz. Hatice (r.anhâ); sadakatin, vefanın, imanın, teslimiyetin ve desteğin timsalidir. O, sadece Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ilk zevcesi değil, aynı zamanda Hz. Fâtıma’nın annesi, Ehl-i Beyt’in temel direği ve bütün Mü’minlerin Tâhire annesidir. Allah ondan ebediyen razı olsun.

*******************

• Hz. Âişe binti Ebî Bekir (r.anhâ): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zevcesi, “Mü’minlerin Annesi” ve en mühim hadis râvilerinden ve âlimlerinden biri.

Mü’minlerin Annesi, İlim ve Hikmet Pınarı: Hz. Âişe (r.anhâ)
Giriş: Sıddîk’ın Evinde Doğan Ay
Mekke’nin henüz iman nuruyla yeni yeni aydınlanmaya başladığı bir zamanda, şehrin en emin, en dürüst ve en sadık adamının, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’ın (r.a.) hanesinde bir kız çocuğu dünyaya gözlerini açtı. Adını Âişe koydular. Bu, “huzurlu ve rahat yaşayan” manasına geliyordu.
Hz. Âişe, sıradan bir çocuk değildi. O, gözünü açtığı hanenin, İslâm’ın ilk kalesi olduğunu görerek büyüdü. Babası, Resûlullah’ın (s.a.v.) en yakın dostu, “mağara arkadaşı” idi. Evleri, Kâbe’nin hemen yanında, iman hakikatlerinin fısıldandığı, müşriklerin eziyetlerine karşı sabrın kuşanıldığı bir mektepti. Hz. Âişe, bu mektebin ilk talebelerindendi.
Daha küçücük bir çocukken bile, hafızasının kuvveti ve keskin zekâsıyla dikkat çekiyordu. Olan biten her şeyi bir sünger gibi emiyor, duyduğu her ayeti, her hadisi zihnine nakşediyordu. Onun derûnî dünyası, küfrün karanlığından tamamen uzakta, vahyin ışığıyla şekilleniyordu.

Bölüm 1: Hâne-i Saadet’e Adım ve Bir Mektebin Kuruluşu
Mü’minlerin annesi Hz. Hatice’nin (r.anhâ) vefatı, Resûlullah’ı (s.a.v.) derin bir hüzne boğmuştu. Bu hüzünlü günlerin ardından, Allah Teâlâ, Peygamberi’ne (s.a.v.) Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Âişe ile evlenmesini bildirdi. Bu evlilik, sadece iki insanı değil, Nübüvvet ile Sıddîkıyyeti (Peygamberlik ile Sadakati) ebediyen perçinleyen semavî bir bağdı.
Hicret’ten sonra Medine’de Mescid-i Nebevî inşa edildiğinde, hemen bitişiğine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) için mütevazı odalar (hücreler) yapıldı. İşte bu odalardan biri, Hz. Âişe’nin (r.anhâ) “Hücre-i Saadet”i, yani mutluluk yuvası oldu.
Bu oda, duvarları kerpiçten, tavanı hurma dallarından yapılmış, bir insanın ancak sığabileceği kadar küçük bir yerdi. Fakat bu küçük mekân, dünyaya ilim ve hikmet saçacak bir mektebin merkezi olacaktı. Çünkü bu odanın sakini, sadece bir zevce değil, aynı zamanda Nübüvvet mektebinin en dikkatli, en zeki talebesiydi.

Bölüm 2: Peygamber Ocağında Bir Talebe: “Soru Soran Akıl”
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) en belirgin vasfı, merakı ve sorgulayan aklıydı. O, Resûlullah’a (s.a.v.) en yakın insandı. Vahyin pek çoğu, o hanede nazil oluyordu. Hz. Âişe, duyduğu her şeyi sadece ezberlemez, manasının derinliklerine inmek isterdi.
Anlamadığı bir nokta olduğunda, hemen Resûlullah’a (s.a.v.) sorardı. “Yâ Resûlallah, şu ayette murad edilen nedir?”, “Yâ Resûlallah, bu hükmün hikmeti nedir?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de onun bu ilim aşkından pek memnun olur, ona en ince teferruatına kadar cevap verirdi. Bu sayede, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) aile hayatı, gece ibadetleri, ahlâkı ve en mahrem sünnetleri, Hz. Âişe validemiz vasıtasıyla ümmete eksiksiz bir şekilde intikal etti.
O, sadece bir nakilci (râvi) değil, aynı zamanda bir müctehid, bir fakîh (İslâm hukukçusu) idi. Diğer sahabelerin anlayamadığı zor meseleleri, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetine ve Kur’an’ın ruhuna olan derin vukûfiyeti sayesinde hallederdi.

Bölüm 3: Büyük İmtihan: İfk Hadisesi ve Semâvî Şahitlik
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) parlak hayatı, çok ağır bir imtihanla sınandı. Benî Müstalik Gazvesi’nden dönerken, bir mola yerinde, ihtiyacı için kafileden kısa bir anlığına ayrılmıştı. Döndüğünde, içinde bulunduğu “hevdec”in (deve üzerindeki kapalı koltuk) devesi götürülmüş, kafile hareket etmişti.
Tek başına kalan validemiz, “Nasıl olsa geri dönerler” diye beklerken uyuyakalmıştı. Kafileden geri kalan bir sahabe (Safvân bin Muattal r.a.), onu görünce devesine bindirmiş ve edeple, tek kelime konuşmadan kafileye yetiştirmişti.
Ancak Medine’deki münafıkların başı Abdullah bin Übey bin Selûl, bu hadiseyi fırsat bilerek, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) namusuna, Mü’minlerin Annesi’ne karşı en ağır iftirayı, “İfk”i ortaya attı.
Bu iftira, bir ay boyunca Medine’yi çalkaladı. Hz. Âişe (r.anhâ) hastalandı, kederinden eridi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) derin bir sükût içindeydi, zira o, vahiy bekliyordu. Hz. Âişe’nin babası Hz. Ebû Bekir ve annesi, çaresizlik içinde gözyaşı döküyordu.
Hz. Âişe, o günleri anlatırken, “Gözyaşlarım hiç dinmedi, geceleri uyku nedir bilmedim” der. Tam bir ay sonra, Resûlullah (s.a.v.) onun yanına geldiğinde, üzerine vahiy hali geldi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek müjdeyi verdi: “Müjde yâ Âişe! Allah senin temizliğini isbat etti!”
Hz. Âişe, masumiyetinin bizzat Allah Teâlâ tarafından tasdik edilmesini bekliyordu ama kendi hakkında Kur’an ayetleri ineceğini hiç düşünmemişti. O anki sevincini tasvir etmek mümkün değildir. Allah Teâlâ, Nûr Sûresi’nde on ayet birden indirerek, bu çirkin iftirayı atanları şiddetle kınadı ve Hz. Âişe’nin (r.anhâ) iffetini ve temizliğini kıyamete kadar okunacak ayetlerle ilan etti.
Nûr Sûresi 11. Ayet şöyledir:
“O ağır iftirayı uyduranlar, şüphesiz sizin içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için kötü sanmayın; aksine o, sizin için bir hayırdır. O gruptan her birinin, işlediği günahın cezası vardır. Onlardan günahın büyüğünü üstlenene ise büyük bir azap vardır.”}
(Nûr 24:11)
Bu hadise, Hz. Âişe’nin (r.anhâ) Allah katındaki değerini ve faziletini bütün cihana gösterdi.

Bölüm 4: Bir Sebep-i Rahmet: Teyemmümün Meşrû Kılınışı
Hz. Âişe validemiz, ümmet için bir bereket ve rahmet vesilesiydi. Bir başka seferde, yine kafilesiyle birlikteyken gerdanlığını kaybetmişti. Gerdanlığı aramak için kafile durdu. Ancak bulundukları yerde su yoktu ve namaz vakti yaklaşmıştı.
Sahabeler telaşlandılar, hatta bazıları Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) gidip sitem ettiler: “Bak, kızın Âişe yine bütün orduyu alıkoydu, ne su var ne de abdest alacak imkân!” Hz. Ebû Bekir (r.a.), kızına sitem etmek için geldiğinde, Resûlullah (s.a.v.) Hz. Âişe’nin (r.anhâ) dizinde uyuyakalmıştı.
İşte tam o anda, Allah Teâlâ ümmete büyük bir kolaylık bahşeden “teyemmüm” ayetini indirdi (Mâide 5:6). Artık su bulunmadığında veya kullanılamadığında, temiz toprakla teyemmüm alarak namaz kılınabilecekti.
Bunu gören sahabeler, Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) dönüp şöyle dediler: “Ey Ebû Bekir ailesi! Bu sizin ilk bereketiniz değil. Siz bu ümmet için ne kadar mübarek bir ailesiniz!”

Bölüm 5: Vahyin Gölgesindeki Son Günler ve Ebedî Veda
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) hayatının en mühim anları, Resûlullah’ın (s.a.v.) son günlerinde yaşandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), vefat hastalığı ağırlaştığında, diğer zevcelerinden izin alarak son günlerini Hz. Âişe’nin (r.anhâ) odasında geçirmek istedi.
Bu, onun ilmine, sevgisine ve şefkatine olan itimadının en büyük göstergesiydi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), mübarek başı Hz. Âişe’nin (r.anhâ) göğsünde dayalıyken, son nefesini verdi.
Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle der: “Allah’ın bana lütuflarından biri de, Resûlullah’ın (s.a.v.) benim odamda, benim nöbet günümde ve benim göğsümde (kucağımda) vefat etmesidir.”
Ve en büyük lütuf… Peygamber Efendimiz (s.a.v.), vefat ettiği yere, yani Hz. Âişe’nin (r.anhâ) o mütevazı hücresine defnedildi. O küçük oda, kıyamete kadar ziyaret edilecek olan “Ravza-i Mutahhara”nın (tertemiz bahçenin) bir parçası oldu.

Bölüm 6: “Ümmetin Muallimesi” (Öğretmeni)
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Âişe (r.anhâ) yaklaşık 47 yıl daha yaşadı. Bu uzun hayat, artık ümmete öğretmenlik yapmakla geçti. O, “yaşayan bir sünnet” idi. Sahabenin en büyük âlimleri dahi, içinden çıkamadıkları fıkhî meseleleri, hadislerin inceliklerini ve Kur’an’ın derin manalarını sormak için onun kapısına gelirlerdi.
Perdesinin ardından sordukları sorulara, o keskin zekâsı, güçlü hafızası ve Peygamber mektebinde aldığı eşsiz eğitimle öyle cevaplar verirdi ki, herkes hayran kalırdı. O, 2210 hadis rivayet ederek, en çok hadis rivayet eden dördüncü sahabe (Ebû Hüreyre, Abdullah bin Ömer ve Enes bin Mâlik’ten sonra) ve kadınlar arasında birincisi oldu.
O, sadece nakletmedi; aynı zamanda tenkit etti, ictihad yaptı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sözlerinin hangi bağlantıda (bağlamda) söylendiğini en iyi o biliyordu. Bu yüzden onun ilmi, İslâm düşüncesinin ve fıkhının temel taşlarından biri oldu.

Bölüm 7: Bir İctihad ve Hüzün: Cemel Vak’ası
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) hayatında, İfk hadisesi kadar acı olan bir başka nokta da Cemel Vak’ası’dır. Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edilmesinden sonra ortaya çıkan fitne (kargaşa) döneminde, Hz. Âişe (r.anhâ), katillerin bir an önce bulunup cezalandırılması gerektiği yönünde ictihad etti.
Bu ictihadı, onu Hz. Ali (r.a.) ile karşı karşıya getirdi. Niyeti asla savaşmak, kan dökmek veya hilafete karşı çıkmak değildi; tek arzusu adaletin yerini bulmasıydı. Ancak fitne ateşini körükleyenler, iki Müslüman ordusunu Basra yakınlarında karşı karşıya getirdi.
“Cemel Vak’ası” (Deve Olayı) olarak tarihe geçen bu elim hadisede binlerce Müslüman şehit oldu. Hz. Âişe (r.anhâ), devesinin üzerindeyken savaşı durdurmak için çok gayret ettiyse de muvaffak olamadı.
Savaş, Hz. Ali’nin (r.a.) galibiyetiyle sonuçlandığında, Hz. Ali, Mü’minlerin Annesi’ne gereken hürmeti ziyadesiyle gösterdi ve onu muhafızlar eşliğinde Medine’ye gönderdi.
Hz. Âişe (r.anhâ), hayatının sonuna kadar bu hadisenin derin üzüntüsünü yaşadı. O günleri hatırladıkça, “Keşke o gün gelmeden yirmi yıl önce ölseydim de bu hadiseyi görmeseydim” diyerek ağlardı. Bu, onun ne kadar hassas bir kalbe sahip olduğunu ve fitneden ne kadar nefret ettiğini gösteren acı bir hatıra olarak kaldı.
Sonuç: Ufukta Sönmeyen Kandil
Hz. Âişe (r.anhâ), Hicret’in 58. yılında, 66 yaşındayken Medine’de vefat etti. Vasiyeti üzerine, gece vakti Cennetü’l-Bakî kabristanlığına defnedildi.
Geride, paha biçilmez bir ilim hazinesi ve cihan şümul bir fazilet örneği bıraktı. O, “Sıddîk’ın kızı Sıddîka,” “Peygamber’in sevgilisi Habîbe,” “Ümmetin Muallimesi” ve her şeyden öte “Mü’minlerin Annesi” idi.
Onun hayatı, bir kadının ilimde, hikmette, siyasette (ictihadıyla) ve ahlâkta nasıl zirveye çıkabileceğinin en parlak isbatıdır. O küçük hücresinden yayılan ilim ışığı, asırlardır olduğu gibi, bugün de yolumuzu aydınlatmaya devam etmektedir. Allah ondan ebediyen razı olsun.

***************

• Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kerîmesi (kızı) ve Ehl-i Beyt’in annesi.

Cennetin Reyhanı: Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ)
Güneşin Mekke ufuklarını henüz tam olarak aydınlatmadığı, Kâbe’nin yeniden inşâ edildiği günlerde, kutlu bir evde bir sevinç yankılandı. Burası, âlemlere rahmet olarak gönderilecek olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ve O’nun en büyük destekçisi, müminlerin annesi Hz. Hatice’nin (r.anhâ) eviydi. Dünyaya gelen bu son kız evladı, eve bir nur, bir ışık gibi doğmuştu.
Ona “Fâtıma” adını verdiler. Fâtıma, “sütten kesilmiş” manasına gelse de, aynı zamanda onun ve neslinin Cehennem ateşinden uzak ve korunmuş olacağına bir işaretti. Daha sonra ona, yüzünün parlaklığı ve nuru sebebiyle “Zehra” (parlayan, ışık saçan) ve dünyadan yüz çevirip kendini ibadete verdiği için “Betül” (iffetli, her şeyden kesilip Allah’a yönelen) lakapları verilecekti.
Babasının Annesi: Mekke Yılları
Fâtıma’nın (r.anhâ) çocukluğu, sıradan bir çocuğun oyun ve neşesinden farklı geçti. O, gözlerini dünyanın en çetin mücadelesinin içine açmıştı. Babası, Allah’ın Elçisi olmuş, tek başına bütün bir şehre ve dünyaya “Bir olan Allah’a (c.c.) iman edin!” diye haykırıyordu.
Küçük Fâtıma, bu kutlu davanın en yakın şahidiydi. Babasının Müşrikler tarafından nasıl horlandığını, üzerine nasıl eziyetler yağdırıldığını görüyordu.
Bir gün, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Kâbe’nin gölgesinde secdeye varmıştı. O, Rabbiyle baş başayken, kalpleri kinle dolu müşrikler, bir devenin işkembesini getirip Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek sırtına attılar. Efendimiz (s.a.v.) secdeden kalkamıyordu. Bu manzarayı gören küçük Fâtıma, yaşından beklenmeyen bir cesaretle koşarak geldi. O kirli ağırlığı babasının üzerinden titreyen küçük elleriyle attı ve bunu yapanlara karşı öfkeyle haykırdı.
Babası secdeden doğrulduğunda, gözlerinde hem hüzün hem de kızı için bir şefkat vardı. O gün Fâtıma, sadece bir evlat değil, aynı zamanda babasının koruyucusu, onun dert ortağı olmuştu. Bu yüzden Resûlullah (s.a.v.) ona sık sık, “Ümmü Ebîhâ” yani “Babasının annesi” derdi. Çünkü o, annesi Hz. Hatice’nin vefatından sonra babasına bir anne şefkatiyle yaklaşmıştı.
“Hüzün Yılı” geldiğinde, Fâtıma (r.anhâ) önce şefkatli annesi Hz. Hatice’yi, kısa bir süre sonra da babasının koruyucusu amcası Ebû Tâlib’i kaybetti. Bu iki büyük kayıp, onu daha da olgunlaştırdı ve babasına daha sıkı sarılmasına sebep oldu.
Medine’ye Hicret ve Yeni Bir Hayat
Mekke’de zulüm dayanılmaz bir hâl alınca, Medine’ye hicret emri geldi. Hz. Fâtıma da, babasının ve Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) ardından Medine’ye hicret edenler arasındaydı.
Medine, onun için yeni bir hayatın başlangıcıydı. Mescid-i Nebevî’nin hemen yanındaki mütevazı odalardan birinde babasıyla birlikte kalıyordu. Artık genç bir hanımefendi olmuştu. Yürüyüşü, konuşması, oturuşu, kalkışı ve heybetiyle babası Resûlullah’a (s.a.v.) o kadar çok benzerdi ki, Hz. Aişe (r.anhâ) validemiz bunu şöyle tasvir edecekti: “Konuşma tarzı ve edası bakımından Resûlullah’a Fâtıma’dan daha çok benzeyen birini görmedim.”
Babası onu gördüğünde sevinçle ayağa kalkar, “Hoş geldin kızım!” der, elini tutar, onu öper ve kendi yerine oturturdu. Fâtıma (r.anhâ) da babasına aynı hürmet ve sevgiyle mukabele ederdi.

İki Denizin Buluşması: Hz. Ali ile Evliliği
Hz. Fâtıma (r.anhâ) evlilik çağına geldiğinde, Ashâb’ın en önde gelenleri onunla evlenmek istediler. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi büyük sahabeler Resûlullah’a (s.a.v.) bu taleplerini ilettiler. Fakat Efendimiz (s.a.v.) bu taleplere karşı sükût etti ve “Onun hakkında Allah’ın emrini bekliyorum,” buyurdu.
Sonra bir gün, Peygamberimizin (s.a.v.) amcasının oğlu, çocukluğundan beri O’nun yanında büyüyen, ilk Müslüman gençlerden olan “Allah’ın Aslanı” Hz. Ali (r.a.) geldi. Hz. Ali, büyük bir hayâ içinde Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna çıktı. O kadar mahcuptu ki, başını yerden kaldıramıyor ve meramını anlatamıyordu.
Resûlullah (s.a.v.), onun geliş sebebini anlayarak tebessüm etti ve sordu: “Ey Ali, bir ihtiyacın mı var?”
Hz. Ali (r.a.) kekeleyerek, “Ey Allah’ın Elçisi… Fâtıma’yı…” diyebildi.
Efendimiz (s.a.v.) sevinçle, “Mehir (evlilik bedeli) olarak verecek bir şeyin var mı?” diye sordu.
Hz. Ali (r.a.), “Ey Allah’ın Elçisi, bir kılıcım, bir kalkanım (zırhım) ve bir de devemden başka bir şeyim yok,” dedi.
Efendimiz (s.a.v.), “Kılıcın sana cihad için lazım, deven de su taşımak için. Ama zırhını satabilirsin,” buyurdu.
Hz. Ali (r.a.) “Hutamiyye” denilen zırhını satarak parasını getirdi. Bu para ile tarihin en mütevazı, en sade ama en mübarek düğün hazırlıkları yapıldı. Çeyizleri, bir yatak, bir su testisi, bir el değirmeni ve birkaç basit ev eşyasından ibaretti.
Bu evlilik, sadece iki insanın değil, “iki denizin buluşması” gibiydi. Bu evlilikten, Cennet gençlerinin efendileri Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.), ve İslam tarihinin kahraman kadınları Hz. Zeynep (r.anhâ) ile Hz. Ümmü Gülsüm (r.anhâ) dünyaya gelecekti. Peygamber nesli (Ehl-i Beyt), bu mübarek evlilikle devam edecekti.

Sabır ve Cömertlik Timsali (Betül)
Hz. Fâtıma (r.anhâ) ile Hz. Ali’nin (r.a.) hayatı, büyük bir zenginlik içinde değil, derin bir sabır ve tevekkül içinde geçti. Hz. Fâtıma, ev işlerini bizzat kendisi yapardı. Su taşımaktan omuzları, el değirmeninde buğday öğütmekten elleri nasır bağlamıştı.
Bir gün, bu meşakkat artık zor gelmeye başlamıştı. Babasına savaş esirleri geldiğini duyunca, bir yardımcı istemek için Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna vardı. Ancak o an babasının meşgul olduğunu görünce utandı ve bir şey söyleyemeden geri döndü.
Akşam olduğunda, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kızı Fâtıma’nın evine geldi. “Kızım, bir ihtiyacın için gelmiştin, nedir o?” diye sordu. Hz. Ali (r.a.) durumu anlattı. Efendimiz (s.a.v.) onları dinledikten sonra şöyle buyurdu:
“Size, istediğiniz hizmetçiden daha hayırlı bir şey öğreteyim mi? Yatağınıza girdiğinizde 33 defa ‘Sübhanallâh’, 33 defa ‘Elhamdülillâh’ ve 34 defa ‘Allahu Ekber’ deyin. Bu, sizin için bir hizmetçiden daha hayırlıdır.”
O günden sonra Fâtıma ve Ali (r.anhümâ), bu tesbihatı hiç terk etmediler. Onlar, dünyanın geçici zorluklarına, ahiretin ebedi mükafatını tercih etmişlerdi.
Hz. Fâtıma’nın (r.anhâ) cömertliği (îsâr) ise dillere destandı. Bir defasında evde yiyecek azdı. Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve çocukları oruçluydular. İftar vakti geldiğinde, kapılarına bir fakir geldi. Evdeki tek yiyeceği o fakire verdiler ve su ile iftar ettiler. İkinci gün bir yetim geldi, yine yiyeceklerini verdiler. Üçüncü gün bir esir geldi, yine ellerindekini verdiler. Onların bu hâli üzerine, İnsan Sûresi’ndeki şu ayetlerin nâzil olduğu rivayet edilir:
“Onlar, kendileri (yemek) istedikleri halde yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir günden (o günün azabından) dolayı Rabbimizden korkarız’ (derler). Allah da onları o günün fenalığından korur, yüzlerine parlaklık ve (gönüllerine) sevinç verir.” (İnsan, 8-11)
“Fâtıma Benden Bir Parçadır”
Resûlullah’ın (s.a.v.) Fâtıma’ya (r.anhâ) olan sevgisi, bir babanın kızına olan sevgisinin çok ötesindeydi. O, Fâtıma’da kendi neslinin devamını ve Ehl-i Beyt’in temelini görüyordu.
Bir seferinde şöyle buyurmuştu:
“Fâtıma benden bir parçadır (Fâtımetü bid’atün minnî). Kim onu sevindirirse beni sevindirmiş olur. Kim de onu incitirse beni incitmiş olur.”
Bu söz, Hz. Fâtıma’nın şahsında, Peygamber (s.a.v.) ailesine ve onun nesline gösterilmesi gereken hürmetin cihan şümul bir ölçüsü oldu.
En Hüzünlü Veda ve En Sevinçli Müjde
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Veda Haccı”ndan döndükten sonra hastalandı. Bu hastalık, O’nun vefat hastalığıydı. Kızı Fâtıma (r.anhâ), babasının başından bir an bile ayrılmadı.
Efendimiz (s.a.v.) son anlarında, kızı Fâtıma’yı yanına çağırdı. Kulağına bir şey fısıldadı. Hz. Fâtıma (r.anhâ) hıçkırarak ağlamaya başladı.
Efendimiz (s.a.v.) tekrar işaret etti, bir daha kulağına bir şey fısıldadı. Hz. Fâtıma (r.anhâ) bu defa gülümsedi.
Hz. Aişe (r.anhâ) validemiz, bu garip hâli merak edip sorduğunda, Hz. Fâtıma (r.anhâ) “Babamın sırrını açıklayamam,” dedi.
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Aişe (r.anhâ) tekrar sorduğunda, Hz. Fâtıma (r.anhâ) o gün yaşananları şöyle anlattı:
“Babam bana önce, ‘Bu hastalıktan kurtulamayarak vefat edeceğini’ söyledi. Bunun üzerine ağladım. Sonra bana, ‘Ehl-i Beyt’imden bana ilk kavuşacak olanın sen olacağını ve Cennet kadınlarının efendisi olacağını’ müjdeledi. Bunun üzerine de tebessüm ettim.”
Babaya Kavuşma (Vuslat)
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatı, Hz. Fâtıma (r.anhâ) için bu dünyadaki en büyük imtihandı. Babasına olan hasreti o kadar büyüktü ki, vefattan sonra bir daha kimse onu gülerken görmedi. Dünyayla bağını kesti, vaktini ibadetle ve babasının hasretiyle geçirdi.
Resûlullah’ın (s.a.v.) verdiği müjde çok geçmeden gerçekleşti. Babasının vefatından sadece altı ay sonra, Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ) hastalandı. Vefat edeceğini anlamıştı. Eşi Hz. Ali’ye (r.a.) vasiyetini yaptı.
Onun vasiyeti bile, hayâsının (iffetinin) ne kadar derin olduğunu gösteriyordu. O güne kadar vefat eden kadınların cenazelerinin üzerinin bir tabutla örtülmemesinden rahatsızdı. “Vefat ettiğimde, cenazemin üzerini örtün ki, namahrem gözler vücut hatlarımı görmesin. Ve beni gece defnedin,” diye vasiyet etti.
Ramazan ayının bir gecesinde, henüz yirmi sekiz yaşındayken, babasının müjdelediği gibi, O’na kavuşmak üzere ruhunu teslim etti.
Vasiyeti üzerine, eşi Hz. Ali (r.a.), onu gece vakti, sadece en yakınlarının katıldığı bir cenaze namazıyla Medine’de, Cennetü’l-Bâkî mezarlığına defnetti.
Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ), geride bıraktığı kısa ama nurlu hayatıyla; bir evlat olarak itaatin, bir eş olarak sadakatin, bir anne olarak şefkatin ve bir kul olarak sabrın en güzel örneği oldu. O, “Zehra” idi; karanlık dünyamızı aydınlatan parlak bir ışık ve “Betül” idi; dünyevi her şeyden kesilip yalnızca Allah’a yönelen mübarek bir hanımefendi olarak Ehl-i Beyt’in annesi ve müminlerin gönlünde taht kuran “Cennetin Reyhanı” oldu.

*************

• Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) torunları ve “Cennet gençlerinin efendileri”.

Cennet Gençlerinin İki Efendisi: Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (radıyallahu anhümâ)
Giriş: Nübüvvet Hanedanının İki Reyhanı
Medine-i Münevvere’de, Mescid-i Nebevî’nin hemen yanı başında, dünyanın en mübarek hanesi bulunuyordu. Burası, Kainatın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) kızı, “kadınların efendisi” Hz. Fatımatü’z-Zehra’nın (r.a.) ve “Allah’ın Aslanı” Hz. Ali’nin (r.a.) yuvasıydı. Bu hane, maddî olarak sade, fakat manevî olarak kâinatın gıpta ettiği bir nur ile doluydu.
İşte bu nurlu yuvaya, hicretin üçüncü ve dördüncü yıllarında, gökten inen iki hediye gibi, iki mübarek torun geldi. Onlar, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “dünyadaki iki reyhanım (güzel kokulu çiçeğim)” diye sevdiği, “Cennet gençlerinin efendileri” olarak müjdelediği Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) idi.
Onların hayat hikâyesi, sadece bir soyağacının değil, bir mektebin, bir ahlâkın ve bir davanın hikâyesidir.
Nübüvvet Bahçesinin İki Gülü: Çocukluk Yılları
Hicretin üçüncü yılı, Ramazan ayının ortalarıydı. Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın (r.a.) hanesinde bir bayram sevinci yaşanıyordu. İlk torun haberi, Resûlullah Efendimiz’e (s.a.v.) ulaştığında, mübarek yüzleri sevincçle parladı. Hemen kızının evine geldi, nur topu gibi torununu kucağına aldı. Sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okudu.
Bu çocuğa ne isim verilecekti? Hz. Ali (r.a.), “Harb” (Savaş) ismini düşünmüştü, fakat Resûlullah (s.a.v.), “Hayır,” buyurdu, “Onun adı Hasan’dır.” Bu isim, daha evvel pek bilinmeyen, “güzel, iyilik sahibi” manalarına gelen bir isimdi. Efendimiz (s.a.v.), torunu için akîka kurbanı kestirdi ve saçları ağırlığınca gümüşü sadaka olarak dağıttı.
Bundan yaklaşık bir sene sonra, hicretin dördüncü yılı Şaban ayında, bu hane ikinci bir nurla daha aydınlandı. Efendimiz (s.a.v.) yine teşrif etti, ikinci torununu kucağına aldı, ezan ve kamet okudu. Hz. Ali (r.a.) yine aynı ismi düşünmüştü, ancak Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek, “Onun adı Hüseyin’dir” buyurdu. Hasan “güzel” demekti, Hüseyin ise “küçük güzel, güzellik” manasındaydı. Bu isimler dahi, onların kaderlerinin nasıl bir güzellik ve fazilet üzerine kurulacağını haber veriyordu.
Bu iki kardeş, sıradan çocuklar gibi büyümediler. Onların oyun alanı, Mescid-i Nebevî’ydi; en sevdikleri yer ise dedeleri Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mübarek omuzları ve sırtıydı.
Bir gün Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) namaz kıldırırken, secdeyi alışılmışın dışında uzun tuttu. Ashâb-ı Kirâm, “Yâ Resûlallah, vahiy mi geldi, yoksa bir emir mi aldınız?” diye merak ettiler. Namaz bitince Efendimiz (s.a.v.) durumu şöyle izah etti: “Hayır, öyle bir şey olmadı. Lâkin oğlum (torunum Hüseyin) sırtıma çıkmıştı. O, hevesini alıp ininceye kadar secdeden kalkmayı aceleye getirmek istemedim.”
Yine bir gün Efendimiz (s.a.v.) minberde hutbe irad ediyordu. O esnada, küçük Hasan ve Hüseyin, üzerlerinde kırmızı gömlekler, mescidin kapısından girdiler. Henüz küçük adımlarla yürüyor, düşe kalka dedelerine doğru ilerliyorlardı. Onların bu halini gören Rahmet Peygamberi (s.a.v.), sözünü kesti, minberden indi, torunlarını kucağına aldı ve tekrar minbere çıktı. Ashâbına dönerek şöyle buyurdu: “Allah, ‘Mallarınız ve evlâtlarınız sizin için bir imtihandır’ (Enfâl, 8/28) buyururken ne kadar doğru söylemiş. Şu iki çocuğun düşe kalka geldiklerini görünce dayanamadım, sözümü kesip onları kucağıma aldım.”
Onların sevgisi, Efendimiz’in (s.a.v.) şahsî sevgisi olmanın ötesinde, imanî bir meseleydi. Buyurdular ki: “Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin efendileridir.” ve “Allah’ım, ben bunları seviyorum, Sen de sev. Bunları seveni de sev!”
Ehl-i Beyt’in Fazileti ve İlâhî Tasdik
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, “Ehl-i Beyt” yani Peygamber hanedanının en mühim rükünleriydi. Onların bu hususiyeti, bizzat Kur’ân-ı Kerîm ayetleriyle de tasdik edilmiştir.

1. Tathîr (Temizlenme) Ayeti:
Bir gün Efendimiz (s.a.v.), kızı Hz. Fatıma’nın (r.a.) evindeydi. Üzerindeki abayı (hırkayı) çıkardı; Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (Allah onlardan razı olsun) bu abanın altına aldı. Sonra ellerini kaldırıp dua etti ve şu ayet-i kerîmenin ilgili kısmını okudu:
“…Ey Peygamber’in ev halkı! (Ehl-i beyt!) Şüphesiz Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister.” (Ahzâb, 33/33)
Bu hadise, onların manevî temizliğinin ve seçilmişliğinin bir isbatı oldu.

2. Mübâhele (Lânetleşme) Ayeti:
Necran’dan Hristiyan bir heyet gelip, Hz. İsa (a.s.) hakkında Efendimiz (s.a.v.) ile münakaşaya girişmişti. Hakikat apaçık ortada olduğu halde inkârda direttiklerinde, Allah Teâlâ şu ayeti indirdi:
“Sana bu ilim geldikten sonra, seninle bu konuda çekişenlere de ki: ‘Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.'” (Âl-i İmrân, 3/61)
Mübâhele (karşılıklı lânetleşme) vakti geldiğinde, Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), “kendimiz” yerine Hz. Ali’yi, “kadınlarımız” yerine Hz. Fatıma’yı ve “oğullarımız” yerine Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına alarak meydana çıktı. Bu manzarayı gören Necranlılar, “Biz öyle yüzler görüyoruz ki, bunlar dua etse dağlar yerinden oynar” diyerek lânetleşmekten korktular ve cizye ödemeyi kabul ettiler.
Bu hadise, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in, Efendimiz’in (s.a.v.) “oğulları” mesabesinde olduğunu tasdik eden Kur’ânî bir delil oldu.

İki Mübarek Sîret: Hilm ve İzzet
Bu iki kardeş, Nübüvvet mektebinde yetişmiş olsalar da, tabiatları (yapıları) farklıydı. Hz. Hasan (r.a.), dedesine (s.a.v.) bedenen çok benzerdi; yumuşak huylu (halîm), cömert, barış yanlısı ve son derece vakurdu. Hz. Hüseyin (r.a.) ise daha çok babası Hz. Ali’ye (r.a.) benzerdi; cesur (şecî), onurlu (izzetli), haksızlığa boyun eğmeyen ve celâlli bir yapıya sahipti.
Ancak bu iki farklı tabiat, aynı gayeye hizmet ediyordu: İslâm’ın izzetini ve ümmetin birliğini korumak.
Onlar, dedelerinin vefatından sonra, ilk üç halife döneminde (Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman – r.a.) Medine’de ilim ve ibadetle meşgul oldular. Hz. Osman’ın (r.a.) halifeliğinin son günlerinde evi âsîler tarafından kuşatıldığında, babaları Hz. Ali (r.a.), “Gidin, amcanız Osman’ı koruyun!” diyerek Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (r.a.) evin kapısına nöbetçi olarak göndermişti. Onlar bu vazifede yaralanmayı göze alarak halifeyi müdafaa etmeye çalıştılar.
Babaları Hz. Ali (r.a.) halife olduğunda ise, Cemel ve Sıffîn gibi fitne savaşlarında babalarının yanında yer aldılar, ancak hep kan dökülmemesi için gayret gösterdiler.

Hz. Hasan (r.a.): Sulhun Efendisi ve “Yevmü’l-Cemâa”
Babaları Hz. Ali’nin (r.a.) bir Hâricî tarafından şehit edilmesinden sonra, Kûfe halkı Hz. Hasan’a (r.a.) biat etti. Böylece İslâm’ın beşinci halifesi oldu. Aynı anda Şam’da ise Hz. Muâviye (r.a.), valilikten halifelik iddiasına geçmişti. İki büyük İslâm ordusu karşı karşıya gelme tehlikesiyle yüz yüzeydi.
Hz. Hasan (r.a.), dedesinin şu müjdesini hatırlıyordu. Efendimiz (s.a.v.), bir gün torunu Hasan’ı (r.a.) yanına oturtmuş ve şöyle buyurmuştu: “Bu benim oğlum seyyiddir (efendidir). Umulur ki Allah, onun vasıtasıyla Müslümanların iki büyük ordusunun arasını birleştirir.” (Buhârî)
Hz. Hasan (r.a.), halifeliğinin altıncı ayında, İslâm tarihinde eşine az rastlanır bir fazilet örneği gösterdi. Ümmetin kanının dökülmemesi, fitnenin sona ermesi ve birliğin sağlanması için, bazı şartlarla halifelik hakkından Hz. Muâviye (r.a.) lehine feragat etti.
Bu, bir zafiyet değil, dedesinin müjdesini gerçekleştiren bir “hilm” (yumuşak huyluluk ve sabır) ve hikmet hareketiydi. Müslümanlar o kadar sevindiler ki, o yıla “Yevmü’l-Cemâa” (Birlik Yılı) adı verildi.
Hz. Hasan (r.a.), bu kararından sonra Medine’ye çekildi. Hayatının kalan kısmını ilim, ibadet ve cömertlikle geçirdi. Malının yarısını birkaç defa Allah yolunda infak edecek kadar cömertti. Hicretin 50. yılında, Medine’de, rivayetlere göre zehirlenerek şehit edildi ve Cennetü’l-Bakî’ye, annesinin yanına defnedildi. O, kanı değil, barışı seçerek İslâm’a en büyük hizmetlerden birini yapmıştı.

Hz. Hüseyin (r.a.): Şehitlerin Serdarı ve Kerbelâ
Hz. Hasan’ın (r.a.) vefatından sonra, ümmetin Ehl-i Beyt’e olan sevgisi, Hz. Hüseyin (r.a.) üzerinde yoğunlaştı. O, Medine’de ilim ve ibadetiyle meşgul, son derece saygı duyulan bir şahsiyetti.
Hz. Muâviye’nin (r.a.) vefatından evvel, İslâm’ın şûra (istişare) esasına dayalı yönetim şeklini değiştirerek, oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesi, ümmet içinde büyük bir rahatsızlığa sebep oldu. Yezid, İslâmî hassasiyetleri zayıf, hilâfete lâyık görülmeyen bir kimseydi.
Hz. Muâviye (r.a.) vefat edip Yezid idareyi ele alınca, Medine valisinden derhal Hz. Hüseyin’den (r.a.) biat (bağlılık yemini) almasını istedi.
İşte burada, Hz. Hüseyin’in (r.a.) tabiatı ve davası ortaya çıktı. O, Yezid gibi birine biat etmenin, dedesinin kurduğu nizamın bozulmasına rıza göstermek olduğunu biliyordu. Tarihe geçen şu sözü söyledi: “Benim gibi (Peygamber torunu) biri, onun (Yezid) gibi (fâsık) birine biat etmez.”
Hz. Hüseyin (r.a.), bir isyan veya savaş başlatmak için yola çıkmadı. Yezid’in zulmünden kaçarak önce Mekke’ye sığındı. Bu esnada, babasının eski merkezi olan Kûfe’den binlerce mektup aldı. Kûfeliler, “Bize gel, seni halife tanıyalım, Yezid’in zulmünden bizi kurtar” diyorlardı.
Hz. Hüseyin (r.a.), bu davetlerin samimiyetini ölçmek için amcasının oğlu Müslim bin Akîl’i (r.a.) gönderdi. İlk haberler olumluydu. Bunun üzerine Hz. Hüseyin (r.a.), ailesi ve az sayıdaki yakınıyla (yaklaşık 70 kişi) Kûfe’ye doğru yola çıktı. Niyeti, kan dökmek değil, mektup yazan Kûfelilerin davetine icabet etmek ve İslâmî idareyi yeniden tesis etmekti.
Ancak yolda acı haber geldi: Yezid’in valisi, Kûfe’ye girmiş, Müslim bin Akîl’i (r.a.) şehit etmiş ve halkı korkutarak sindirmişti. Gelen mektupların sahipleri, Hz. Hüseyin’i (r.a.) yalnız bırakmıştı.
Artık geri dönmek için çok geçti. Yezid’in binlerce kişilik ordusu, Fırat Nehri kenarındaki Kerbelâ denilen çölde, Hz. Hüseyin’in (r.a.) ve ailesinin etrafını sardı.
Hz. Hüseyin’e (r.a.) iki seçenek sunuldu: Ya Yezid’e biat edip zilleti kabul etmek, ya da savaşmak.
O, dedesinin torununa yakışan izzeti seçti. Hicretin 61. yılı, 10 Muharrem günü, insanlık tarihinin en acı hadiselerinden biri yaşandı. Hz. Hüseyin (r.a.) ve yanındaki kahraman Ehl-i Beyt mensupları, sayıca çok üstün bir orduya karşı, susuz bırakılmalarına rağmen, İslâm’ın izzetini ve Peygamber ahlâkını korumak için kahramanca savaştılar.
Hz. Hüseyin (r.a.), ailesinin gözleri önünde şehit edildiğinde, mübarek başı kesilerek Şam’a, Yezid’e gönderildi. O gün, sadece Peygamber torunu değil, İslâm’ın izzeti, onuru ve haksızlığa karşı duruşu şehit olmuştu.

Hatime: İki Yol, Tek Hakikat
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.); ikisi de “Cennet gençlerinin efendisi”, ikisi de Resûlullah’ın (s.a.v.) reyhanıydı. Onların kaderleri, ümmete iki farklı durumda nasıl davranılması gerektiğini öğreten birer hikmet dersidir:
• Hz. Hasan (r.a.), ümmetin birliğinin (ittihadının) tehlikeye girdiği, fitnenin Müslüman kanı döktüğü bir zamanda, şahsî hakkından feragat ederek sulh (barış) yolunu seçmiş ve ümmeti birleştirmiştir.
• Hz. Hüseyin (r.a.), dinin temel esaslarının (hak ve adaletin) tehlikeye girdiği, zulmün ve fıskın idareyi ele geçirdiği bir zamanda, izzeti ve onuru seçerek kıyam (hakkı ayağa kaldırma) ve şehadet yolunu seçmiştir.
Biri, hilâfeti bırakarak faziletin zirvesine çıkmış; diğeri, hilâfetin bozulmasına karşı durarak şehadetin zirvesine ulaşmıştır.
Onların mübarek nesilleri, “Seyyid” ve “Şerif” unvanlarıyla kıyamete kadar devam edecek, İslâm âlemine manevî rehberler olmaya devam edecektir. Onların hikâyesi, sevginin, faziletin, barışın ve izzetin hikâyesidir.
Allah’ın, Resûlü’nün, meleklerin ve bütün müminlerin salât ve selâmı, o mübarek Ehl-i Beyt’in, Hz. Hasan’ın ve Hz. Hüseyin’in üzerine olsun. (Âmin.)

****************

• Hz. Abbas bin Abdülmuttalib (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası.
Kahramanlıkları ve Hizmetleriyle Bilinenler

Bismillâhirrahmânirrahîm.
Peygamber Sancağının Gölgesinde Bir Kalkan: Hz. Abbas bin Abdülmuttalib (r.a.)
Güneşin Mekke’nin taştan evlerini yaktığı, ticaretin ve şiirin zirvede olduğu, ancak cehaletin de gönülleri kararttığı bir zamanda, Kâbe’nin hizmetkârları arasında bir adam öne çıkardı. Bu adam, heybetli duruşu, gür ve tesirli sesi, cömertliği ve Kureyş içindeki itibarıyla tanınan Abbas bin Abdülmuttalib’di. O, sıradan biri değildi; Haşimoğulları’nın reisi Abdülmuttalib’in oğlu ve alemlere rahmet olarak gönderilecek olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) öz amcasıydı.
Hz. Abbas ile Efendimiz (s.a.v.) arasında sadece birkaç yaş fark vardı. Birlikte büyümüşler, aynı avluda oynamışlardı. Hz. Abbas, yeğeninin emsalsiz ahlakına, dürüstlüğüne ve hikmetine çocukluğundan beri şahitti. O, yeğenini sadece bir akraba olarak değil, Haşimoğulları’nın en kıymetli mücevheri olarak görür ve severdi.

Bölüm 1: Akabe Gecesi ve Gizli Kalkan
İslam güneşi Mekke’de doğduğunda, Hz. Abbas’ın durumu nazikti. O, Mekke’nin ileri gelenlerindendi, Kâbe’nin sikâye (hacılara su temini) ve rifâde (hacıları ağırlama) gibi mühim vazifelerini yürütüyordu. Zahiren (dıştan) eski düzene bağlı görünse de, kalbi yeğeninin getirdiği nurdan habersiz değildi. Hanımı Ümmü’l-Fadl (r.anha), Mekke’de ilk Müslüman olan hanımlardandı ve evi, İslam’ın ilk filizlendiği yuvalardan biri haline gelmişti.
Hz. Abbas’ın derûnî (içsel) bağlılığının ve koruyuculuğunun ilk büyük işareti, “İkinci Akabe Biatı”nda ortaya çıktı. Medineli Müslümanlar, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) şehirlerine davet etmek için gizlice Mekke’ye gelmişlerdi. Gece yarısı, Akabe denilen vadide buluştular. Efendimiz’in (s.a.v.) yanında, o gün henüz zahiren Müslüman olduğunu ilan etmemiş olan amcası Hz. Abbas da vardı.
Hz. Abbas, orada bir Müslüman olarak değil, ailesinin bir ferdini koruyan bir Haşimoğlu reisi olarak söz aldı. Gür sesiyle Medinelilere (Ensar’a) seslendi:
“Ey Hazrec topluluğu! Bildiğiniz gibi Muhammed bizdendir. Onu şimdiye kadar kavmimizden koruduk. O, kavmi içinde izzetli ve koruma altındadır. Ama o, size katılmak ve sizin yurdunuza gelmek istiyor. Eğer onu sonuna kadar koruyacağınıza ve ona muhalefet edeceklerle savaşacağınıza inanıyorsanız, bu ağır yükün altına girin. Yok eğer, onu alıp götürdükten sonra yalnız bırakacaksanız, şimdiden bu işten vazgeçin!”
Bu konuşma, bir amcanın, yeğeninin hayatını ne pahasına olursa olsun koruma kararlılığının bir isbatıydı. O gece, Hz. Abbas, henüz imanını açıklamasa da, İslam’ın Medine’ye hicret yolunu açan o tarihi anlaşmanın en mühim şahidi ve garantörü oldu.

Bölüm 2: Bedir’in Zor İmtihanı ve Gizlenen İman
Hicret gerçekleşti, ancak Hz. Abbas Mekke’de kaldı. Kureyş’in ileri gelenlerinden olduğu için müşrikler, onu Bedir Savaşı’nda Müslümanlara karşı savaşmaya zorladılar. Bu, onun hayatındaki en çetin imtihanlardan biriydi. Kalbi Medine’de, yeğeninin yanındaydı ama bedeni Kureyş ordusundaydı.
Savaş Müslümanların zaferiyle sonuçlandı ve Hz. Abbas, diğer birçok Kureyşli gibi esir düştü. Esirler arasında Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası da vardı. O gece Allah Resûlü (s.a.v.) uyuyamadı. Esirlerin bağlandığı yerden gelen iniltileri duyuyordu. Sahabeler, “Ya Resûlallah, neden uyumuyorsunuz?” diye sorduklarında, “Amcam Abbas’ın iniltilerini duyuyorum, bağları sıkı mı?” buyurdu. Sahabeler hemen gidip onun bağlarını gevşettiler.
Esirler için fidye ödenmesi kararlaştırıldı. Hz. Abbas zengin bir adamdı. Efendimiz (s.a.v.) ondan hem kendisi hem de yeğenleri (Akil bin Ebî Tâlib ve Nevfel bin Hâris) için fidye ödemesini istedi. Hz. Abbas, “Ama ben zaten Müslüman’dım, onlar beni zorla getirdi. Yanımdaki şu kadar altını da benden aldılar, onu fidyeme say” dediyse de Efendimiz (s.a.v.) kabul etmedi: “Senin zahirî (görünen) durumun bize karşıydı. O dediğin altınları da savaşta kaybettin, bizden almadılar.”
Hz. Abbas, “Beni Kureyş’e el açacak halde mi bırakacaksın?” deyince, Efendimiz (s.a.v.) o ilahî sırrı açıkladı: “Hani Mekke’den çıkarken hanımın Ümmü’l-Fadl’a gizlice verdiğin ve ‘Başıma bir iş gelirse bu altınlar senindir, oğullarımındır’ diye tembihlediğin altınlar nerede?”
Hz. Abbas donakaldı. Bu sırrı hanımından başka kimse bilmiyordu. Hemen haykırdı: “Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve sen O’nun Resûlü’sün! Bunu Allah’tan başkası bilemezdi.”
O, aslında çok önceden Müslüman olmuştu, ancak imanını Mekke’de gizliyordu. Bu hadise üzerine şu ayet-i kerimenin nazil olduğu rivayet edilir (TDV Meali):
“Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: ‘Eğer Allah kalplerinizde bir hayır (iman) olduğunu bilirse, sizden alınan fidyeden daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Enfâl, 8/70)
Allah Teâlâ, sözünü tuttu. Hz. Abbas, Mekke’ye döndükten sonra o kadar zenginleşti ki, “Allah bana o fidyeden kat kat fazlasını ve en mühimi olan mağfireti nasip etti” derdi.

Bölüm 3: Mekke’deki Göz ve Kulak
Hz. Abbas, Bedir’den sonra Mekke’ye döndü. Artık o, Medine’deki İslam devletinin Mekke’deki gizli gözü ve kulağıydı. Kureyş’in tüm planlarını, hazırlıklarını ve hareketlerini gizlice mektuplar yazarak Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ulaştırıyordu. Uhud Savaşı öncesinde ve sonrasında, Hendek Savaşı hazırlıklarında hep onun gönderdiği istihbarat, Müslümanların tedbir almasında hayati bir rol oynadı. O, Mekke’de kalarak hicret edenler kadar büyük bir hizmette bulunuyordu.

Bölüm 4: Fethin Müjdecisi ve Ebu Süfyan’ın Kurtuluşu
Mekke’nin Fethi için on bin kişilik muazzam İslam ordusu yola çıktığında, Hz. Abbas artık Mekke’de duramadı. Ailesini alıp Medine’ye doğru yola çıktı ve orduyla Cuhfe’de buluştu. Bu onun resmi hicretiydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu görünce çok sevindi ve “Muhacirlerin sonuncusu, amcam Abbas’tır” buyurarak onu taltif etti.
Ordu Mekke’ye yaklaştığında, Hz. Abbas, bu fethin kansız olmasını çok arzuluyordu. Yeğeninin doğduğu şehre savaşsız girmesini istiyordu. Efendimiz’in (s.a.v.) katırı Düldül’e binerek Mekke’ye doğru ilerledi ve Kureyş’in reisi Ebu Süfyan ile karşılaştı. Ebu Süfyan, İslam ordusunun büyüklüğü karşısında dehşete kapılmıştı.
Hz. Abbas, eski dostunu ve Kureyş’in liderini koruması altına aldı. Onu katırının terkisine bindirerek Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna getirdi. Ebu Süfyan’ın iman etmesine vesile oldu. Ertesi gün, Ebu Süfyan’ı ordunun geçit yaptığı bir tepeye çıkardı. Kabileler sancaklarıyla geçerken Ebu Süfyan, “Bugün büyük bir savaş olacak” deyince, Hz. Abbas onu düzeltti: “Hayır, bugün Allah’ın Kâbe’yi yücelteceği büyük bir merhamet günüdür.”
Efendimiz (s.a.v.), Mekke’ye girerken kan dökülmemesi için amcasının ve Ebu Süfyan’ın itibarını kullandı. Şu meşhur emân (güvence) ilan edildi:
“Kim Kâbe’ye sığınırsa güvendedir. Kim Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa güvendedir. Kim kendi evine kapanırsa güvendedir.”
Bazı rivayetlerde, “Kim Abbas’ın evine sığınırsa güvendedir” güvencesi de verilmişti. Hz. Abbas, fethin barışla tamamlanmasında kilit rol oynamıştı.

Bölüm 5: Huneyn’in Kahramanı: “O Gür Ses”
Hz. Abbas’ın kahramanlığının zirveye çıktığı yer ise Huneyn Savaşı’dır. Mekke’nin fethinden hemen sonra, Hevâzin ve Sakîf kabileleri büyük bir ordu toplamıştı. Müslüman ordusu, sayıca çok olmalarına (12.000 kişi) güvenerek bir vadiye girdi. Düşman pusu kurmuştu.
Aniden başlayan ok yağmuru ve saldırı, orduda büyük bir panik başlattı. Askerlerin çoğu geriye doğru kaçışmaya başladı. Savaş meydanında Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç kahraman sahabi kalmıştı. Efendimiz (s.a.v.) ise sarsılmaz bir imanla, “Ben Peygamberim, yalan değil! Ben Abdülmuttalib’in oğluyum!” diye haykırıyordu.
İşte o an, bozgun zafere dönüştü. Efendimiz (s.a.v.), gür ve tesirli sesiyle meşhur olan amcası Hz. Abbas’a döndü ve emretti:
“Ey Abbas! Seslen o kaçanlara! Ey Semure Ağacı’nın (Hudeybiye’de biat edenlerin) yoldaşları! Ey Bakara Sûresi erleri!”
Hz. Abbas (r.a.), Allah vergisi o muazzam sesiyle tüm vadiyi inletircesine haykırdı:
“Yâ Ma’şere’l-Ensâr! Yâ Ashâbe’s-Semura!”
Bu sesi duyan sahabeler, sanki bir mıknatısa çekilir gibi duraksadılar. Kaçarken duydukları bu ses, onlara Akabe’deki, Bedir’deki, Uhud’daki ve Hudeybiye’deki yeminlerini hatırlattı. “Lebbeyk! (Buyur!)” diye haykırarak geri döndüler. Öyle bir dönüşle saldırdılar ki, savaşın seyri bir anda değişti ve büyük bir zafer kazanıldı. Hz. Abbas’ın sesi, dağılmış bir orduyu toplayan ilahî bir nida olmuştu.
Bölüm 6: Peygamber Amcasının Hürmeti ve “Yağmur Duası”
Hz. Abbas (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra da Müslümanlar arasında büyük bir saygı gördü. Halifeler ona “Peygamber’in amcası” hürmetiyle davranır, fikirlerine danışırlardı.
Hz. Ömer (r.a.) devrinde büyük bir kıtlık ve kuraklık yaşandı. İnsanlar perişan haldeydi. Hz. Ömer, halkı topladı ve yağmur duasına (istiskâ) çıktı. Ancak bu duada farklı bir tevessül (vesile kılma) vardı.
Hz. Ömer (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefat etmiş olmasının hüznüyle, hayattaki en kıymetli akrabası olan Hz. Abbas’ın elini tuttu. Ellerini semaya kaldırdı ve gözyaşları içinde şöyle niyaz etti:
“Allah’ım! Bizler daha önce kuraklıkta Peygamberimiz’i (s.a.v.) vesile kılarak Sana yalvarırdık, Sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimiz’in amcasını vesile kılarak Sana yalvarıyoruz. Onun hürmetine bize yağmur ver!”
Daha dua bitmeden gökyüzü bulutlarla kaplandı ve öyle bir yağmur yağdı ki, yer gök bereketle doldu. Sahabeler, Hz. Abbas’ın yanına koşup onu tebrik ettiler ve “Ey Peygamber’in amcası, ey Haramain’in (Mekke ve Medine’nin) sakisi!” diyerek ona olan sevgilerini gösterdiler.
Kıssadan Hisse
Hz. Abbas bin Abdülmuttalib (r.a.), hayatı boyunca Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hem kan bağıyla yakını hem de davasının sâdık bir hizmetkârı oldu. O, imanını gerektiğinde gizleyerek İslam’a Mekke’den hizmet eden bir stratejist; fetihte kan dökülmemesi için çalışan bir barış elçisi; Huneyn’de dağılan orduyu sesiyle toplayan bir kahraman ve Hz. Ömer devrinde hürmetine yağmurlar yağan mübarek bir ihtiyardı.
Onun hayatı bizlere, Allah’a ve Resûlü’ne olan sadakatin farklı yollarla gösterilebileceğini, bazen sabırla beklemenin, bazen de gür bir sesle haykırmanın “hizmet” olduğunu öğretir. O, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “amcası” olmanın şerefini, İslam’ın “kahramanı” olmanın faziletiyle birleştiren müstesna bir sahabiydi.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

**************

• Hz. Hamza bin Abdülmuttalib (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası, “Allah’ın Arslanı” ve “Şehîdü’ş-Şühedâ” (Şehitlerin Efendisi).

Allah’ın Arslanı ve Şehitlerin Efendisi: Hz. Hamza (r.a.)
Mekke’nin kavurucu güneşinin altında, Kâbe’nin gölgesinde bir adam yürürdü. Heybetiyle yeri titreten, bakışlarıyla en cesur yüreklere bile korku salan bir adam… Bu, Kureyş’in en yiğit savaşçısı, en usta avcısı, Abdülmuttalib’in oğlu Hamza idi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hem amcası hem de süt kardeşiydi. Aralarında sadece birkaç yaş fark vardı ve birlikte büyümüşlerdi.
Hz. Hamza (r.a.), Mekke’nin sosyal hayatının merkezindeydi. Güçlüydü, sözü dinlenirdi ve kabile asabiyeti (bağlılığı) çok kuvvetliydi. Yeğeni Muhammed’ül-Emîn’in (s.a.v.) peygamberliğini ilan ettiği ilk günlerde, o bu yeni davete pek alâka göstermemişti. Onun dünyası avcılık, yiğitlik ve Kureyş’in meseleleri üzerine kuruluydu.
Ancak kader, bu büyük kahramanı, “Allah’ın Arslanı” yapacak bir an için hazırlıyordu.
Hidayete Varılan Öfke
Peygamberliğin altıncı yılıydı. Müslümanlar sayıca az, güçsüz ve müşriklerin şiddetli eziyetleri altındaydı. Bir gün, Kureyş’in azılı İslâm düşmanlarından Ebû Cehil, Safâ tepesi civarında Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) rastladı. O mübarek insana en ağır hakaretleri etti, hatta mübarek başına taş atarak onu yaraladı. Resûlullah (s.a.v.), bu eziyete sabırla mukabele etti ve evine çekildi.
O sırada, Abdullah bin Cüd’ân’ın cariyesi (hizmetçisi) bu alçakça manzarayı görmüştü.
Akşama doğru, Hz. Hamza (r.a.) her zamanki gibi avdan dönüyordu. Omuzunda yayı, belinde kılıcı, heybetle Mekke’ye girerken o cariye karşısına çıktı. Yüzünde bir öfke ve keder vardı:
“Ey Ebû Umâre (Hamza’nın künyesi)! Keşke biraz önce burada olup biteni görseydin! Kardeşinin oğlu Muhammed’e (s.a.v.) Ebû Cehil’in neler yaptığını, ona nasıl hakaretler edip nasıl yaraladığını bir görseydin! O ise tek bir cevap bile vermeden evine gitti.”
Bu sözler, Hz. Hamza’nın (r.a.) damarlarındaki asil kanı kaynattı. Bu, henüz iman ettiği için değil, kabile onuru, yani hamiyet-i cahiliye denilen soyluluk gururu içindi. Onun yeğenine, o yokken kimse dokunamazdı!
Yolunu değiştirmedi, avdan döndüğü gibi toz toprak içinde, yayını omuzundan indirmeden doğruca Kâbe’ye yürüdü. Ebû Cehil, Kureyş’in diğer ileri gelenleriyle birlikte oturmuş, yaptığıyla övünüyordu. Hz. Hamza (r.a.), gürleyen bir sesle kükredi:
“Benim yeğenime, ben onun dinindeyken, nasıl hakaret edersin?”
Ebû Cehil neye uğradığını şaşırmıştı. Cevap vermeye cüret edemeden, Hz. Hamza (r.a.) elindeki sert yayını Ebû Cehil’in başına bütün gücüyle indirdi. Ebû Cehil’in başı fena halde yarılmıştı. Ebû Cehil’in kabilesi olan Benî Mahzûm’dan adamlar ayağa kalktı, kılıçlar çekildi. Fakat Ebû Cehil, karşısındakinin Hamza olduğunu bilerek ve daha büyük bir fitneden korkarak adamlarını durdurdu: “Bırakın Ebû Umâre’yi! Ben gerçekten onun yeğenine çok kötü hakaretler ettim.”
Hz. Hamza (r.a.), Kâbe’de o heybetiyle durdu ve bütün müşriklere meydan okudu:
“İşte ben de onun dinindeyim! Gücü yeten varsa, bana mâni olsun!”
İmandan Gelen Metanet
Bu büyük hadiseden sonra Hz. Hamza (r.a.) evine gitti. Lâkin o gece ona uyku haramdı. Öfkeyle “Ben onun dinindeyim” demişti ama kalbi bir muhasebe içindeydi. Bu, anlık bir öfke miydi, yoksa derûnî (içsel) bir hakikat miydi?
Bütün gece düşündü, tefekkür etti. Yeğeni Muhammed’in (s.a.v.) hayatını, onun dürüstlüğünü, onun getirdiği mesajın yüceliğini düşündü. O, putlara tapan atalarının yolundan gitmenin artık bir manası olmadığını idrak etti. Kalbi, hidayet nuruyla aydınlandı. Allah’a şöyle dua etti: “Allah’ım! Eğer bu tuttuğum yol doğruysa, kalbime imanı yerleştir. Bu şüpheyi benden gider.”
Sabah olduğunda, kalbinde zerre şüphe kalmamıştı. Doğruca Dârü’l-Erkâm’a, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ve diğer Müslümanların gizlice toplandığı o mübarek eve gitti. Kapıyı çaldı.
İçeridekiler, Hz. Ömer (r.a.) henüz Müslüman olmadığı için, Hamza’nın (r.a.) gelişinden endişelendi. Acaba bir kötülük mü yapacaktı? Fakat Efendimiz (s.a.v.), “Açın kapıyı,” buyurdu. “Eğer hayırla geldiyse hoş geldi. Eğer şerle geldiyse, kendi kılıcıyla onu hallederiz.”
Hz. Hamza (r.a.) içeri girdi. Resûlullah’ın (s.a.v.) önünde durdu ve gür sesiyle Kelime-i Şehadet getirdi:
“Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enneke Resûlullah! (Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve şüphesiz sen Allah’ın Resûlüsün!)”
Dârü’l-Erkâm, tekbir sesleriyle yankılandı. Bu, zayıf Müslümanlar için muazzam bir moral, müşrikler için ise büyük bir darbe oldu. Artık Müslümanların iki büyük koruyucusu vardı: Hz. Hamza (r.a.) ve kısa bir süre sonra Müslüman olacak olan Hz. Ömer (r.a.).
Hz. Hamza (r.a.) Müslüman olduktan sonra, o cahiliye dönemindeki öfkesi ve sertliği, İslâm’ın vakarına ve metanetine dönüştü. Artık o, gücünü kabile şerefi için değil, Allah yolunda kullanıyordu.
Bedir’in Kahramanı
Medine’ye hicret edildiğinde, Hz. Hamza (r.a.) en öndeydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu, azatlı kölesi Zeyd bin Hârise (r.a.) ile kardeş ilan etti.
Bedir Savaşı’nda, o artık “Allah’ın Arslanı” olarak kükrüyordu. Savaş öncesi yapılan teke tek mücadelelerde (mübâreze), müşriklerin en azılı savaşçıları meydana çıktı. Hz. Hamza (r.a.), göğsüne taktığı devekuşu kanadıyla meydana atıldı. Karşısına çıkan Kureyş’in ileri gelenlerinden Utbe bin Rebîa’yı (veya bazı rivayetlerde kardeşi Şeybe’yi) bir kılıç darbesiyle yere serdi. Savaş boyunca bir arslan gibi müşrik ordusunun saflarını yardı, geçti. Bedir zaferinin en büyük kahramanlarından biriydi.
Şehitlerin Efendisi: Uhud
Bedir’in acı intikamını almak isteyen müşrikler, bir yıl sonra Uhud’da toplandılar. Müşrik ordusunda biri vardı ki, onun tek bir vazifesi vardı: Hz. Hamza’yı (r.a.) şehit etmek.
Bu kişi, Habeşli bir köle olan Vahşî bin Harb idi. Mızrak (harbe) atmakta çok ustaydı. Efendisi Cübeyr bin Mut’im, “Amcamı Bedir’de öldüren Hamza’yı öldürürsen hürsün!” demişti. Ayrıca, Bedir’de babasını ve kardeşlerini kaybeden Ebû Süfyan’ın karısı Hind de, Vahşî’ye büyük vaatlerde bulunmuştu.
Uhud Savaşı başladığında, Hz. Hamza (r.a.) yine en öndeydi. İki kılıçla savaştığı, önündeki düşmanları ekin biçer gibi devirdiği rivayet edilir. Savaşın en kızıştığı anda, Vahşî bir kayanın arkasına gizlenmiş, sadece “Allah’ın Arslanı”na nazarını (bakışını) kilitlemişti.
Hz. Hamza (r.a.), müşrik ordusunun merkezine doğru ilerlerken, Vahşî o meş’um mızrağını fırlattı. Mızrak, o mübarek bedene saplandı. Hz. Hamza (r.a.), Vahşî’nin üzerine yürümek istedi ama takati kalmamıştı. Yere düşerken son nefesiyle şehadet getirdi ve o mübarek ruhunu Rabbine teslim etti.
Savaşın seyri değişip Müslümanlar zor duruma düşünce, müşrikler şehitlerin naaşlarına müsle (uzuvlarını kesme) vahşetini uyguladılar. Hind, Vahşî’nin yanına gelerek Hz. Hamza’nın (r.a.) mübarek naaşına hakaret etti.
Peygamberimizin (s.a.v.) Gözyaşları
Savaş bittikten sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şehitlerin arasında dolaşıyordu. En sevdiği amcası, süt kardeşi, İslâm’ın kahramanı Hamza’yı (r.a.) aradı.
Onu bulduğunda gördüğü manzara, O’nun (s.a.v.) mübarek kalbini dağladı. Amcası tanınmaz haldeydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hayatındaki en büyük acılardan birini o gün yaşadı. Mübarek gözlerinden yaşlar boşandı ve şöyle buyurdu:
“Ey Allah’ın Resûlü’nün amcası! Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Sen ki, akrabalık bağlarını en çok gözeten ve hayırları en çok işleyendin.”
Efendimiz’in (s.a.v.) acısı o kadar büyüktü ki, bir an için intikam yemini etmek istedi. Lâkin Cebrail (a.s.) hemen şu ayet-i kerimeyi getirdi (Nahl Suresi, 126. Ayet):
“Eğer ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır.”
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) yemininden vazgeçti ve sabretti.
Hz. Hamza (r.a.) ve diğer Uhud şehitleri için cenaze namazı kılındı. Rivayetlere göre Efendimiz (s.a.v.), Hz. Hamza’nın (r.a.) cenaze namazını, diğer şehitlerle birlikte defalarca kıldırmış, ona olan sevgisini ve hürmetini göstermiştir.
Ve o gün, Resûlullah (s.a.v.) sevgili amcasına kıyamete kadar anılacak o yüce unvanı verdi:
“Seyyidü’ş-Şühedâ” (Şehitlerin Efendisi).
Hz. Hamza’nın (r.a.) hayatı, kabilecilik onurundan imanın izzetine, dünyevi cesaretten “Allah’ın Arslanı” olmaya yükselişin muhteşem bir isbatıdır. O, sadakatin, kahramanlığın ve Allah yolunda canını feda etmenin en büyük timsallerinden biri olarak müminlerin kalbinde yaşamaya devam etmektedir.

****************

• Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.): “Seyfullah” (Allah’ın Kılıcı) lakabıyla bilinen büyük kumandan.

Bismillahirrahmânirrahîm.
Seyfullah: Allah’ın Kılıcı Hz. Hâlid bin Velîd (radıyallahu anh)

Birinci Bölüm: Mekke’nin Keskin Kılıcı
Güneşin çölü kavurduğu Mekke’de, Kureyş’in en soylu ve en zengin kabilelerinden biri olan Mahzumoğulları arasında bir genç yetişiyordu. Adı Hâlid’di. Babası, Kureyş’in en nüfuzlu isimlerinden Velîd bin Muğîre idi. Hâlid, doğuştan bir savaşçıydı. Daha genç yaşta ata binmesi, kılıç kullanması ve mızrak atışındaki mahareti dillere destandı. O, sadece güçlü değil, aynı zamanda emsalsiz bir zekâya sahipti. Bir ordunun nerede zayıf olduğunu, düşmanın bir sonraki hamlesinin ne olacağını sezebilen keskin bir nazarı (bakışı) vardı.

İslam güneşi Mekke’de doğduğunda, Hâlid’in ailesi bu yeni dine şiddetle karşı çıkanların başındaydı. Hâlid de, atalarının yolunu takip ederek bu yeni davetin karşısında durdu. Bedir Savaşı’nda bulunmasa da, Uhud Savaşı’nda Kureyş ordusunun sağ kanat süvari birliğinin kumandanıydı.
Uhud’da savaşın seyri Müslümanların lehine dönmüş, Kureyş ordusu dağılmaya başlamıştı. Fakat Hâlid’in keskin gözleri, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ne olursa olsun yerinizden ayrılmayın!” diye emrettiği Ayneyn tepesindeki okçuların, ganimet almak için yerlerini terk ettiğini fark etti. Bu, bir askeri deha için kaçırılmayacak bir fırsattı. Hâlid, bir kartal gibi süvarileriyle tepenin arkasından dolaştı ve İslam ordusunu arkadan çevirdi. Bu ani ve dâhiyane hamle, savaşın seyrini Müslümanların aleyhine çevirdi ve o gün, Hz. Hamza (r.a.) başta olmak üzere pek çok güzide sahabe şehadet şerbetini içti.
Hâlid, Hendek Savaşı’nda da Müslümanları zorlayan süvari hücumlarını yönetti. O, Mekke’nin müşrikler elindeki en keskin kılıcıydı.

İkinci Bölüm: Kalbin Fethi ve Medine Yolculuğu
Yıllar geçti. Hudeybiye Antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşma, Mekkelilerin zannettiğinin aksine, İslam’ın yayılmasına büyük bir kapı açtı. Hâlid bin Velîd gibi dâhiler, artık kaba kuvvetle bu nurun söndürülemeyeceğini idrak etmeye başlamıştı.
Bir gün, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hâlid’in Müslüman olan kardeşi Velîd’e (r.a.) sordu: “Hâlid nerede? Onun gibi bir zekâ ve kabiliyetin İslam’dan uzak kalması ne kadar yazık! Keşke gelse de, bu kabiliyetini Müslümanların safında kullansa…”
Bu sözler, Velîd (r.a.) tarafından bir mektupla Hâlid’e ulaştırıldı. Hâlid zaten bir arayış içindeydi. Gördüğü rüyalar, kalbindeki tereddütler onu hakikate doğru çekiyordu. Bu mektup, son davet oldu. Kureyş’in bir diğer dâhisi olan Amr bin Âs (r.a.) ile gizlice anlaştılar. İkisi birlikte, İslam’ın başkenti Medine’ye doğru yola çıktılar.
Medine’ye vardıklarında, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu iki büyük dehanın gelişine çok sevindi. Hâlid, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna vardı. Büyük bir mahcubiyet içindeydi. Uhud’da yaptıkları aklına geldikçe eziliyordu.
“Yâ Resûlallah,” dedi. “Ben, Allah yolundan alıkoymak için pek çok savaşa katıldım. Benim için Allah’a istiğfar et, beni bağışlaması için dua et.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek o müjdeyi verdi:
“Ey Hâlid! Bilmez misin ki, İslam, kendinden önceki bütün günahları siler, yok eder.”
O an, Hâlid bin Velîd (r.a.), kalbini ve kılıcını Allah ve Resûlü’ne teslim etti. Mekke’nin kılıcı, artık İslam’ın hizmetkârıydı.

Üçüncü Bölüm: “Seyfullah” Lakabının Doğuşu (Mute Savaşı)
Hz. Hâlid’in Müslüman oluşunun üzerinden çok kısa bir zaman geçmişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Bizans İmparatorluğu’na bağlı Gassanîlere gönderdiği elçinin şehit edilmesi üzerine 3.000 kişilik bir ordu hazırladı. Bu ordunun karşısında ise 100.000 (bazı rivayetlerde 200.000) kişilik devasa bir Bizans ordusu vardı.
Efendimiz (s.a.v.), sancağı Zeyd bin Hârise’ye (r.a.) verdi ve buyurdu: “Zeyd şehit düşerse sancağı Ca’fer (bin Ebî Tâlib) alsın. Ca’fer şehit düşerse Abdullah bin Revâha alsın. O da şehit düşerse, Müslümanlar aralarından birini komutan seçsin.”
Hz. Hâlid de bu orduda bir nefer olarak bulunuyordu.
Savaş, Mute denilen yerde başladı. 3.000 kişi, kendilerinden katbekat üstün bir orduya karşı kahramanca çarpışıyordu. Çok geçmeden, Resûlullah’ın (s.a.v.) bildirdiği gibi Hz. Zeyd şehit düştü. Sancağı Hz. Ca’fer aldı. O da savaşırken iki kolunu kaybetti ve sancağı dişleriyle tutarken şehit düştü. Sancağı Hz. Abdullah bin Revâha aldı ve o da şehadet şerbetini içti.
İslam ordusu komutansız kalmış, dağılmak üzereydi. İşte o an, Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.) ileri atıldı ve sancağı kaptığı gibi havaya kaldırdı. Ordunun dağılmasını engelledi. O gün güneş batana kadar kahramanca savaştı.
Kendi ifadesiyle, “O gün Mute’de elimde tam dokuz kılıç parçalandı. Elimde sadece Yemen işi enli bir kılıç kaldı.”
Hâlid (r.a.), gece olunca askeri dehasını konuşturdu. Bu ordunun buradan kurtulmasının tek yolu, düşmanı şaşırtmaktı. Gece vakti, ordunun sağ kanadını sola, sol kanadını sağa; öncüleri artçılara, artçıları öncülere kaydırdı. Sabah olduğunda, Bizans ordusu karşılarında farklı sancaklar ve farklı yüzler görünce, “Müslümanlara Medine’den yardım kuvveti gelmiş!” zannettiler.
Hz. Hâlid, bu şaşkınlıktan istifade ederek “Saht-ı Ric’at” denilen dâhiyane bir çekilme taktiği uyguladı. Düşmana ağır kayıplar verdirerek ve kendi ordusunu büyük bir felaketten kurtararak Medine’ye geri döndürdü.
Aynı anda Medine’de, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), gözyaşları içinde Mute’de olanları ashabına anlatıyordu: “Sancağı Zeyd aldı, şehit düştü. Ca’fer aldı, şehit düştü. İbn Revâha aldı, o da şehit düştü…” Ashab hüzün içindeydi. Efendimiz (s.a.v.) devam etti:
“…Nihayet sancağı, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç (Seyfullah) aldı ve Allah onlara fethi müyesser kıldı.”
İşte o gün, Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.), bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından “Allah’ın Kılıcı” (Seyfullah) lakabıyla şereflendirildi.

Dördüncü Bölüm: İrtidat (Dinden Dönme) Yangınını Söndüren Kılıç
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra Arap yarımadasında büyük bir yangın başladı. Pek çok kabile, “Biz Muhammed’e (s.a.v.) itaat ediyorduk, O vefat etti, artık zekât vermeyiz” diyerek dinden döndü (irtidat etti). Yalancı peygamberler türedi. Bunların en tehlikelisi, Yemâme’deki Müseylemetü’l-Kezzâb idi.
Medine, ateşle çevrilmiş gibiydi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), halife olarak dimdik durdu. “Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah’a (s.a.v.) verdikleri bir keçi yavrusunu dahi benden esirgerlerse, onlarla savaşırım!” dedi ve orduları hazırladı.
Bu irtidat yangınını söndürecek kişi, Seyfullah’tan başkası değildi.
Hz. Hâlid (r.a.), önce Tuleyha’yı, ardından Secah’ı (diğer yalancı peygamberler) bertaraf etti. Sonra en zorlu düşman olan Müseylime’nin üzerine, Yemâme’ye yürüdü. Yemâme Savaşı, İslam tarihinin en çetin savaşlarından biri oldu. Müseylime’nin 40.000 kişilik ordusuna karşı Müslümanlar zor anlar yaşadı. Pek çok hafız sahabe bu savaşta şehit düştü.
Hz. Hâlid (r.a.), ordunun sarsıldığını görünce gürledi: “Ey Kur’an ehli! Kur’an’ı amellerinizle süsleyin!” Askerleri kabile kabile ayırarak tanzim etti. Müthiş bir hücumla Müseylime’nin ordusunu “Hadîkatü’r-Rahmân” (Rahman’ın Bahçesi) denilen bir bahçeye sıkıştırdı. Bu bahçe, o gün Müslümanların kanıyla sulandığı için “Hadîkatü’l-Mevt” (Ölüm Bahçesi) adını aldı. Sonunda Hz. Vahşî (r.a.), Müseylime’yi öldürdü ve bu büyük fitne ateşi söndü.
Beşinci Bölüm: İki Cihan İmparatorluğuna Karşı
Hz. Ebû Bekir (r.a.) dönemi, fitneler bastırıldıktan sonra fetihlerin başladığı dönem oldu. Hz. Hâlid (r.a.), önce o dönemin süper güçlerinden biri olan Sasani (İran) İmparatorluğu’nun üzerine, Irak cephesine gönderildi. Zâtü’s-Selâsil (Zincirler) Savaşı başta olmak üzere girdiği hiçbir savaşta yenilmedi. Sasani ordularını perişan ederek Hîre’ye kadar ulaştı.
Tam bu sırada, diğer süper güç olan Bizans (Rum) İmparatorluğu, Suriye cephesinde Müslümanlara karşı büyük bir ordu toplamıştı. Halife Hz. Ebû Bekir’den (r.a.) acil bir ferman geldi: “Irak’ı bırak, derhal Suriye’deki ordunun başına geç!”
Hz. Hâlid’in (r.a.) Irak’tan Suriye’ye geçişi, askeri tarihin en dâhiyane ve en cüretkâr hamlelerinden biridir. Normal kervan yolları aylarca sürerdi ve Bizans pusularıyla doluydu. Hz. Hâlid, kimsenin geçmeye cesaret edemediği, susuz ve kavurucu çölden geçmeye karar verdi. Ordusundaki develere günlerce su içirdi, bazılarının dudaklarını bağlayarak suyu midelerinde tutmalarını sağladı. Çölde susuzluktan kırılma noktasına geldiklerinde bu develeri keserek içlerindeki suyu kullandılar ve mucizevi bir şekilde Bizans ordusunun beklemediği bir anda Suriye’de ortaya çıktılar.

Altıncı Bölüm: Yermük Meydan Muharebesi ve En Büyük İmtihan
Suriye’deki dağınık İslam ordularını birleştiren Hz. Hâlid (r.a.), Bizans İmparatoru Heraklius’un gönderdiği 240.000 kişilik devasa orduyu Yermük vadisinde karşıladı. Müslümanlar ise sadece 40.000 kişiydi.
Bu sırada Medine’de Halife Hz. Ebû Bekir (r.a.) vefat etmiş, yerine Hz. Ömer (r.a.) geçmişti. Hz. Ömer (r.a.), halife olur olmaz, Hz. Hâlid’i (r.a.) başkomutanlıktan azledip, yerine “Ümmetin Emini” lakaplı Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı (r.a.) tayin eden bir mektup gönderdi.
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), büyük bir feraset sahibiydi. Yermük gibi dehşetli bir savaşın tam ortasında bu mektubu almasına rağmen, ordunun maneviyatı bozulmasın diye mektubu gizledi ve savaşı Hz. Hâlid’in (r.a.) yönetmesini rica etti.
Hz. Hâlid (r.a.), Yermük’te yine askeri dehasını gösterdi. 40 bin kişilik orduyu 36-40 adet küçük, hareketli tabura (Kürdûs) ayırdı. Bu taburlar, Bizans’ın ağır ve hantal ordusunun kanatlarına sürekli vur-kaç yaparak düşmanın nizamını bozdu. Kadınlar bile savaşın gerisinde durup kaçmak isteyen Müslümanlara “Bizi Rumlara mı bırakacaksınız!” diye haykırarak onları cepheye geri döndürdü. Muazzam bir zafer kazanıldı ve Suriye’nin kapıları Müslümanlara açıldı.
Zaferden sonra, Hz. Hâlid (r.a.) azledildiğini öğrendi. Herkes onun isyan etmesini bekliyordu. O ise, tarihe geçecek o muazzam teslimiyetini gösterdi:
“Ben, Ömer için savaşmıyordum. Ben, Ömer’in Rabbi olan Allah için savaşıyordum. Komutan değişse de, Allah bâkidir.”
Hemen Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) emrine girdi ve bir nefer olarak savaşmaya devam etti. Hz. Ömer’in (r.a.) onu neden azlettiği sorulduğunda, Halife şöyle cevap vermişti: “Hâlid’i bir eksikliğinden dolayı azletmedim. Ancak insanlar zaferleri ondan bilmeye başladılar. Ben, zaferleri verenin sadece Allah olduğunu bilsinler diye Hâlid’i azlettim.”
Bu, hem Hâlid (r.a.) için hem de ümmet için büyük bir tevhid dersiydi.

Yedinci Bölüm: Kılıcın Kınına Girişi ve Vefatı
Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.), hayatı boyunca yüzden fazla savaşa (büyük-küçük) katılmıştı. Girdiği hiçbir meydan muharebesini kaybetmemişti.
Ömrünün son demlerini Humus’ta geçirdi. Artık kılıcı kınındaydı. Yatağında, vefat döşeğindeydi. Yanında silah arkadaşları ağlıyordu. Hz. Hâlid (r.a.), üzerindeki örtüyü kaldırdı ve vücudunu gösterdi.
“Bakın,” dedi. “Vücudumda bir kılıç darbesi, bir mızrak yarası veya bir ok izi olmayan bir karış yer var mı? Bütün hayatım at sırtında, cihad meydanlarında geçti. Hep şehit olmayı arzuladım. Ama görün ki, şimdi bir deve nasıl yatağında ölürse, ben de öyle ölüyorum…”
Sonra o meşhur sözünü söyledi:
“Korkakların gözüne uyku girmesin!”
Allah’ın Kılıcı, Mekke’nin Uhud’daki mağrur komutanıyken İslam’ın Mute’deki kahramanı, Yermük’teki dâhisi ve son nefesinde bir nefer teslimiyetiyle Rabbine kavuşan mübarek bir sahabe olarak 642 yılında Humus’ta vefat etti.
Onun mirası, sadece askeri deha değil, aynı zamanda hidayete eriş, imana teslimiyet ve Allah’ın emrine (Halife’nin emri dahil) tam bir itaat mirasıdır.
Cenâb-ı Hak, o büyük kumandandan ebediyen razı olsun. Şefaatine nâil eylesin. Amin.

******************

• Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.): İslâm’ın ilk müezzini ve İslâm uğruna büyük işkencelere sabreden sahabi.

Ebedî Sese Giden Yol: Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.)

1. Bölüm: Mekke Ufkunda Bir Garip Köle
Güneşin Arabistan çöllerini yakıp kavurduğu bir zamanda, Mekke şehri, putların gölgesinde yaşayan bir topluluğa ev sahipliği yapıyordu. İnsanların değerinin, tenlerinin rengiyle, soylarının asilliğiyle veya sahip oldukları servetle ölçüldüğü karanlık bir dönemdi.
İşte bu şehirde, Habeşistan asıllı, teni gece gibi siyah, fakat kalbi aydınlık bir inci tanesi gibi temiz bir köle yaşardı: Bilâl bin Ebî Rebâh.
Bilâl, Mekke’nin en güçlü, en zengin ama aynı zamanda en katı kalpli efendilerinden biri olan Ümeyye bin Halef’in kölesiydi. Onun hayatı, efendisinin emirlerine harfiyen uymakla geçiyordu. O günün anlayışına göre, Bilâl’in bir “değeri” yoktu; o, alınıp satılan bir eşyadan farksızdı. Fakat Bilâl’in derûnunda, bu adaletsiz düzeni sorgulayan, hakikati arayan asil bir ruh gizliydi.
Bir gün Mekke’de, daha önce hiç duyulmamış bir fısıltı dolaşmaya başladı. “Emin” (Güvenilir) lakabıyla bilinen Muhammed (s.a.v.), “Tek bir Allah vardır. Putlar ilah değildir. İnsanlar eşittir.” diyordu.
Bu ses, Mekke’nin köhne düzenini temelinden sarsan bir sesti. Bu ses, köle ile efendiyi, zengin ile fakiri, siyah ile beyazı “takvâ” (Allah’a karşı sorumluluk bilinci) dışında eşitleyen bir davetti.

2. Bölüm: İmanın Kalbe Düşüşü: “Ehad! Ehad!”
Bu yeni davet, Hz. Bilâl’in (r.a.) arayış içinde olan ruhuna bir şimşek gibi çarptı. O, Kâinatın Efendisi’nin (s.a.v.) huzuruna gizlice vardı ve o nurun halkasına dâhil oldu. Kelime-i Şehâdet getirerek, zincirlerini değil belki ama ruhunu özgürleştirdi. Artık o, bedeni köle olsa da ruhu hür bir Müslümandı.
Ancak Mekke’de imanını açıklamak, ateşe atlamaktan farksızdı.
Çok geçmeden, Ümeyye bin Halef, kölesi Bilâl’in bu “yeni dine” girdiğini öğrendi. Efendisinin kibri ve öfkesi korkunçtu. Kendi kölesinin, atalarının taptığı Lât ve Uzzâ putlarını inkâr edip, “Tek Bir Allah”a iman etmesini hazmedemiyordu.
Ve İslâm tarihinin en acı, ama en şerefli sabır imtihanlarından biri başladı.
Ümeyye, öğle vaktinin en kızgın anında, güneşin gökyüzünde bir ateş topu gibi durduğu saatlerde, Hz. Bilâl’i (r.a.) Mekke’nin kızgın kumlarına yatırırdı. Yetmezmiş gibi, birkaç kişinin zorla kaldırabildiği dev bir kayayı göğsünün üzerine koydururdu.
Nefesi kesilen, kemikleri ezilen Bilâl’in dudaklarından sadece iki kelime dökülürdü:
“Ehad! Ehad!” (Allah Birdir! Birdir!)
Ümeyye çılgına dönerdi: “Muhammed’in Rabbini inkâr et! Lât ve Uzzâ’ya döndüğünü söyle, seni bırakayım!”
Ama o kayanın altındaki sarsılmaz iman, şu cevabı verirdi: “Dilim dönmüyor… Ehad! Ehad!”
Ona işkence ederler, boynuna ip takıp Mekke sokaklarında çocuklara çektirirlerdi. Ama Hz. Bilâl’in (r.a.) kalbindeki tevhid nurunu söküp atamazlardı. O, bu işkencelerle alay edercesine “Ehad! Ehad!” demeye devam etti. Onun bu direnişi, Mekke’deki bütün müşriklere karşı tek başına kazanılmış bir zaferdi.

3. Bölüm: Hürriyete Kanat Çırpış
Hz. Bilâl’in (r.a.) bu kahramanca sabrı, Müslümanların yüreğini dağlıyordu. Bir gün, o yine işkence altındayken, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) en sadık dostu, “Sıddîk” lakaplı Hz. Ebû Bekir (r.a.) oradan geçiyordu.
Bu manzaraya daha fazla dayanamayan Hz. Ebû Bekir (r.a.), hemen Ümeyye’ye gitti ve ona bir teklifte bulundu. Hz. Bilâl’i (r.a.) satın almak istiyordu. Ümeyye, zaten işkence etmekten yorulduğu ve “işe yaramaz” hâle geldiğini düşündüğü kölesi için bu teklifi kârlı buldu ve kabul etti.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Bilâl’i (r.a.) satın alır almaz, “Sen artık hürsün Bilâl! Allah için hürsün!” dedi.
Bu, sadece bir kölenin âzat edilmesi değil; bu, İslâm’ın insan onuruna verdiği değerin, ırkçılığı ve sınıf ayrımını ayaklar altına alışının ilk ve en güçlü ilanıydı. Hz. Bilâl (r.a.), artık sadece hür bir insan değil, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) en yakın dostlarından, “Bilâl-i Habeşî” idi.

4. Bölüm: Medine’nin Sesi ve İlk Ezan
Müslümanlar için Mekke’de hayat çekilmez olunca, Allah’ın izniyle Medine’ye hicret başladı. Hz. Bilâl (r.a.) de bu kutlu yolculuğa katıldı.
Medine’de Mescid-i Nebevî inşa edilmiş, İslâm devleti kurulmuştu. Artık Müslümanlar bir araya gelip cemaatle namaz kılıyorlardı. Fakat bir sorun vardı: İnsanları namaz vaktinde nasıl bir araya toplamalı? Kimi “Çan çalalım” dedi, kimi “Boru öttürelim,” kimi “Ateş yakalım” dedi. Fakat bunların hepsi başka dinlerin âdetleriydi.
Bir gece, sahâbîlerden Abdullah bin Zeyd (r.a.) manalı bir rüya gördü. Rüyasında yeşil elbiseli bir zat, ona namaza nasıl çağırılacağını, yani Ezan’ın mübarek sözlerini öğretti: “Allahu Ekber, Allahu Ekber…”
Sabah hemen Peygamber Efendimize (s.a.v.) koştu ve rüyasını anlattı. Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ettiler ve “Bu, şüphesiz hak bir rüyadır” buyurdular.
Sonra o tarihî emri verdiler: “Hemen Bilâl’e git ve duyduklarını ona öğret. O, bunları yüksek sesle okusun. Çünkü onun sesi, seninkinden çok daha gür ve dokunaklıdır.”
Hz. Bilâl (r.a.), Mescid-i Nebevî’nin en yüksek yerine çıktı. Mekke’de “Ehad! Ehad!” diye inleyen o mübarek insan, şimdi Medine semalarında şu sedâyı yükseltiyordu:
“Allâhu Ekber! Allâhu Ekber!…”
Bu ses, Medine’nin tüm sokaklarında yankılandı. Bu, İslâm’ın ilk Ezanı’ydı. Müslümanlar gözyaşları içinde mescide koştular. Dün üzerine kaya konulan o göğüs, bugün İslâm’ın çağrısını tüm cihana haykırıyordu. O günden sonra Hz. Bilâl (r.a.), “Müezzinü’r-Resûl” (Peygamberin Müezzini) unvanını aldı.

5. Bölüm: Zaferin Zirvesi: Kâbe’nin Üstünde Bir Müezzin
Yıllar geçti. Müslümanlar güçlendi. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te büyük mücadeleler verildi. Hz. Bilâl (r.a.), Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı. Bedir Savaşı’nda, kendisine o zulümleri yapan eski efendisi Ümeyye bin Halef’in hak ettiği cezayı buluşuna şahit oldu.
Ve nihayet, hicretin 8. yılı… Mekke Fethi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), muzaffer bir komutan olarak, ama başı tevazu ile eğik bir şekilde Mekke’ye giriyordu. Yanında, dün köle olarak hor görülen Bilâl (r.a.) vardı.
Efendimiz (s.a.v.), Kâbe’yi putlardan temizletti. İnsanlık tarihinin en büyük devrimlerinden biri yaşanıyordu. Öğle vakti geldiğinde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yanındaki Bilâl’e (r.a.) döndü ve ona, Kâbe’nin üzerine çıkıp Ezan okumasını emretti.
Bu, inanılmaz bir manzaraydı.
Mekke’nin kibirli soyluları, dün “köle” diye hakaret ettikleri, işkence ettikleri o Habeşli adamın, şimdi ayaklarının altındaki putları çiğneyerek Kâbe’nin damına çıkışını izliyorlardı.
Ve Hz. Bilâl’in (r.a.) gür sesi, fethedilen Mekke semalarında yankılandı: “Allâhu Ekber!… Eşhedü en lâ ilâhe illallâh…”
Bu Ezan, sadece bir namaz çağrısı değildi. Bu Ezan, ırkçılığın, kibrin, zulmün bittiğinin; üstünlüğün ancak takvâ ile olduğunun ilanıydı. Dün “Ehad” diyen ses, bugün “Allahu Ekber” diyerek zaferi taçlandırıyordu.

6. Bölüm: En Büyük Ayrılık ve Son Ezan
Hz. Bilâl (r.a.), Peygamber Efendimizin (s.a.v.) vefatına kadar O’nun müezzinliğini yaptı. Efendimizin (s.a.v.) vefatı, onun için dayanılmaz bir acıydı. O kadar üzüldü ki, artık Medine sokakları ona dar gelmeye başladı. Peygamberinin olmadığı bir şehirde Ezan okumak, ona çok ağır geliyordu.
“Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” (Şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın Elçisidir) cümlesine geldiğinde sesi titriyor, boğazı düğümleniyor, gözyaşlarına boğuluyordu.
Artık dayanamadı. Halife olan Hz. Ebû Bekir’den (r.a.) izin isteyerek Medine’den ayrıldı ve Şam (Suriye) taraflarına, Allah yolunda cihad etmek için gitti.
Yıllar geçmişti. Hz. Ömer (r.a.) halife olmuştu. Bir gün Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sevgili torunları Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.), dedelerinin müezzinini çok özlemişlerdi. Hz. Bilâl’in (r.a.) Medine’ye gelmesini rica ettiler.
Yaşlanmış olan Hz. Bilâl (r.a.), bu daveti kıramadı ve Medine’ye geldi. Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.), ondan bir kez daha, sadece bir kez daha Medine’de Ezan okumasını istediler.
Hz. Bilâl (r.a.), sevgili torunları kıramadı. Sabah namazı için yıllar sonra Mescid-i Nebevî’nin minaresine çıktı.
“Allâhu Ekber! Allâhu Ekber!”
Medine halkı bu sesi tanımıştı! Bu, Resûlullah’ın (s.a.v.) sesiydi! Peygamber zamanındaki o mübarek Ezan’dı!
Hz. Bilâl (r.a.) “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh” dedi…
Ve “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” dediği anda…
Sadece o değil, bütün Medine ağlıyordu. Kadınlar, erkekler, çocuklar, Resûlullah (s.a.v.) Efendimizi hatırlayarak sokaklara dökülmüş, hıçkırıklarla ağlıyorlardı. O gün, Medine’nin en hüzünlü ve en nurlu günlerinden biri olarak tarihe geçti.

Miras
Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.), bu son ziyaretinden sonra Şam’a döndü ve orada vefat etti.
O, geride sadece güzel bir ses bırakmadı. O, imanın köleliği de, ırkçılığı da, zulmü de yeneceğinin canlı bir ispatı oldu. O, sabrın, sadakatin ve ihlasın sembolü oldu. O, Mekke’nin kızgın kumlarından Kâbe’nin zirvesine yükselen mübarek bir davetçi olarak mü’minlerin kalbinde yaşamaya devam etmektedir.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*****************

• Hz. Mus’ab bin Umeyr (r.a.): Medine’ye gönderilen ilk muallim (öğretmen) ve Uhud Savaşı’nın sancaktarı ve şehidi.

Mekke’nin İncisinden Uhud’un Sancağına: Hz. Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Birinci Bölüm: Mekke’nin Parlayan Genci
Gözlerinizi bir an kapatın ve eski Mekke sokaklarında dolaştığınızı hayal edin. Öyle bir genç adam düşünün ki, o yürüdüğünde ardında adeta bir koku seli bırakır; en güzel Yemen kumaşlarından ipek elbiseler giyer, en nadide ayakkabıları eskitirdi. Saçları özenle taranmış, siması ay gibi parlaktı. Bu genç, Mekke’nin en zengin ve en asil ailelerinden birinin, Abdüddâroğulları’nın göz bebeğiydi: Mus’ab bin Umeyr.
Annesi Hunnâs bint Mâlik, oğluna o kadar düşkündü ki, Mekke’de ne kadar lüks, ne kadar kıymetli eşya varsa önüne sererdi. Mus’ab, Mekke’nin “en güzel giyineni”, “en yakışıklısı” ve “en zengini” olarak anılırdı. Onun bu zahirî (dışsal) parıltısı, herkesin dilindeydi. O, Mekke hayatının bütün imkânlarına sahip bir prensti adeta.
Fakat bu parıltılı hayatın derinliklerinde, Mus’ab’ın derûnî (içsel) dünyasında bir arayış vardı. Mekke’de yeni bir ses, daha önce hiç duyulmamış bir davet yankılanmaya başlamıştı. Bu ses, “Bir olan Allah’a iman edin” diyordu. Bu, Kureyş’in yetimi olarak bilinen, fakat “el-Emîn” (Güvenilir) sıfatıyla tanınan Muhammedü’l-Emîn’in (s.a.v.) sesiydi.

İkinci Bölüm: Kalbe Düşen Nur
Bu yeni davet, Mekke’nin ileri gelenlerinin hışmını çekmişti. İman edenler, putları reddedenler, gizlice Erkam’ın Evinde (Dârü’l-Erkam) toplanıyorlardı. Mus’ab bin Umeyr, bu daveti merak etti. Bir gün, bütün o şatafatlı hayatını ardında bırakarak gizlice Erkam’ın evinin kapısını çaldı.
İçeri girdiğinde, Allah Resûlü’nü (s.a.v.) ashabına Kur’an okurken buldu. O mısralar, o beyitler, Mus’ab’ın kalbine bir nur gibi işledi. Duydukları, bildiği hiçbir şeye benzemiyordu. O an, o lüks içinde yaşayan genç adam, hayatının en mühim kararını verdi. O da Kelime-i Şehadet getirerek Müslümanların arasına katıldı.
Artık Mus’ab, iki farklı hayat yaşıyordu. Zahirde Mekke’nin zengin genci, derûnî dünyasında ise Allah’a ve Resûlü’ne teslim olmuş bir mümindi. Bu durumu bir müddet ailesinden, özellikle de çok sevdiği ama bir o kadar da sert mizaçlı olan annesinden gizledi.

Üçüncü Bölüm: İman Bedel İster
Ancak hakikatin güneşi, bulutların ardında sonsuza dek kalmaz. Osman bin Talha, Mus’ab’ı gizlice namaz kılarken gördü ve hemen ailesine haber verdi.
Haber, annesi Hunnâs’a ulaştığında kıyamet koptu. Oğlunu bu kadar seven, üzerine titreyen anne, evlâdının “atalarının dinini” terk etmesini kabullenemedi. Mus’ab’ı çağırdı. Önce tatlı dille, sonra tehditle onu vazgeçirmeye çalıştı. Ona sunduğu bütün zenginlikleri geri almakla korkuttu.
Fakat Mus’ab’ın kalbine iman nuru bir kere yerleşmişti. Annesine ve ailesine karşı büyük bir edep ve saygıyla, fakat kararından asla dönmeyeceğini bildiren bir sebat ile cevap verdi.
“Ey anneciğim,” dedi. “Ben sana ancak nasihat ettim. Senin iyiliğini istiyorum. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik et.”
Annesinin öfkesi daha da kabardı. Bu asil genci aldılar, evlerinin bir köşesine hapsettiler ve dininden dönmesi için işkenceye başladılar. Mekke’nin o nazlı prensi, şimdi kendi ailesinin esiri olmuştu.
Bir yolunu bulup Habeşistan’a hicret eden ilk kafileye katıldı. Orada bir müddet kaldıktan sonra Mekke’ye geri döndü. Ancak ailesinin tavrı değişmemişti. Annesi, onu son kez vazgeçirmeye çalıştı. Mus’ab (r.a.) imanında direndi. Annesi çaresizce, “Git! Artık senin annen değilim!” dedi ve onu evinden kovdu. Mus’ab ise annesine son bir nazar (bakış) ile baktı ve “Anneciğim, ben sana hayırdan başkasını dilemem” diyerek oradan ayrıldı.
Artık Mus’ab için yepyeni bir hayat başlamıştı. O ipek elbiseler gitmiş, yerine vücudunu zorlukla örten, yamalı, eski bir hırka gelmişti. O güzel kokular yerini açlığa ve yokluğa bırakmıştı. Bir gün Allah Resûlü (s.a.v.), Mus’ab’ı bu halde gördü. Eski günlerini bildiği Mus’ab’ın bu perişan ama vakur hali, Peygamber Efendimizin gözlerini yaşarttı. Ashabına dönerek şöyle buyurdu:
“Şu zâta bakın! Allah, onun kalbini nasıl da nurlandırmış! Onu annesiyle babasının yanında, Mekke’de en güzel yiyecek ve içeceklerle beslenirken görmüştüm. Allah ve Resûlü’nün sevgisi, onu gördüğünüz bu hale getirdi.”

Dördüncü Bölüm: Medine’nin İlk Muallimi
Mekke’de Müslümanlar için hayat giderek zorlaşırken, Yesrib (Medine) şehrinden bir grup insan, Akabe mevkiinde Peygamberimiz (s.a.v.) ile gizlice buluştu. Bu ilk buluşmaya “Birinci Akabe Biatı” denir. Medineli Müslümanlar, Efendimizden kendilerine İslam’ı ve Kur’an’ı öğretecek bir muallim istediler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu mukaddes vazife için kime güvendi dersiniz? Mekke’nin eski zengini, şimdinin iman kahramanı olan Mus’ab bin Umeyr’e…
Mus’ab (r.a.), “ilk muallim” ve “ilk hicret eden” unvanıyla Medine’ye doğru yola çıktı. Medine’de Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine misafir oldu.
Onun vazifesi çok zordu. Medine’de henüz İslam’ı bilmeyen, hatta ona düşman olan pek çok kabile reisi vardı. Ama Mus’ab’ın elinde kılıç değil, dilinde Kur’an ve kalbinde iman vardı. O, hikmetle, güzel sözle ve sabırla insanları davet etti.
En meşhur hadiselerden biri, Medine’nin en güçlü reislerinden ikisi olan Sa’d bin Muâz ve Useyd bin Hudayr ile karşılaşmasıdır.
Useyd bin Hudayr, öfkeyle mızrağını sallayarak Mus’ab’ın (r.a.) yanına geldi. “Siz buraya bizim zayıflarımızı kandırmaya mı geldiniz? Hayatınıza kastım yoksa derhal burayı terk edin!” diye bağırdı.
Hz. Mus’ab, o mızrağın karşısında zerre kadar korkmadı. Sadece tebessüm etti ve o yumuşak üslubuyla şöyle dedi:
“Ey kabilenin reisi! Biraz oturup dinlemez misin? Eğer hoşuna giden bir şey duyarsan kabul edersin. Şayet hoşuna gitmeyen bir şey olursa, biz de kalkar gideriz.”
Bu teklif, Useyd’in hoşuna gitti. “Doğru söyledin” diyerek mızrağını yere sapladı ve oturdu. Hz. Mus’ab, ona Kur’an okumaya ve İslam’ın güzelliklerini anlatmaya başladı. Kur’an’ın ayetleri okundukça, Useyd’in sert yüzü yumuşadı, kalbi ısındı. Anlatılanlar bittiğinde, “Bu ne güzel bir söz! Bu dine girmek için ne yapmak gerekir?” diye sordu. O gün orada iman etti.
Ardından aynı taktiği Sa’d bin Muâz’a uyguladı. Hz. Mus’ab’ın hikmetli daveti sayesinde Sa’d bin Muâz da Müslüman oldu. Ve Sa’d, kendi kabilesi olan Abdüleşheloğulları’na gidip, “Bana iman etmeyen erkek ve kadına konuşmak haram olsun!” dedi. O gün, bütün bir kabile topluca İslam’ı kabul etti.
Hz. Mus’ab’ın bu gayretiyle, bir yıl içinde Medine’de İslam’ın girmediği, Kur’an’ın okunmadığı ev kalmamıştı. O, Medine’yi Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hicretine hazırlayan “ilk öğretmen” olmuştu.

Beşinci Bölüm: Uhud’un Sancağı ve Şehadet
Bedir Savaşı’na katıldı ve büyük kahramanlıklar gösterdi. Uhud Savaşı geldiğinde ise, Allah Resûlü (s.a.v.) ona en mühim vazifelerden birini verdi: Muhacirlerin sancağını taşıma şerefini.
Uhud Savaşı çetin başladı. Bir ara Müslümanlar üstünlüğü ele geçirse de, Ayneyn Tepesi’ndeki okçuların yerlerini terk etmesiyle savaşın seyri bir anda değişti. Müşrikler, Müslüman ordusunu arkadan çevirdi. Büyük bir kargaşa başladı.
Herkesin dağıldığı, paniğe kapıldığı o anda, bir kişi sancağı bir an bile elinden düşürmedi: Mus’ab bin Umeyr!
O, sancağı sımsıkı tutuyor ve Allah Resûlü’nün (s.a.v.) etrafında bir kalkan gibi dönüyordu. Müşriklerin tek hedefi vardı: Peygamber Efendimizi (s.a.v.) şehit etmek. Hz. Mus’ab, fiziken de Peygamberimize benzediği için, müşrikler onu Efendimiz zannetti.
Müşriklerden İbn Kamî’a adında biri, kılıcıyla Hz. Mus’ab’a saldırdı. Bir darbeyle sancağı tutan sağ kolunu kesti.
Mus’ab (r.a.) sancağı hemen sol eline aldı. Yıkılmadı. Düşman, bu kez sol koluna bir kılıç darbesi vurdu. Sol kolu da koptu.
O mübarek sahabi, sancağı yere düşürmemek için, iki kolunun kalan parçalarıyla sancağın direğini göğsüne bastırdı. Diliyle de şu ayeti okuyordu: “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir.” (Âl-i İmrân, 3/144)
Artık ayakta duracak gücü kalmamıştı. İbn Kamî’a, son darbeyi bir mızrakla vurdu. Hz. Mus’ab, sancağını bırakmadan yere yığıldı ve şehadet şerbetini içti.
Onun şehit olmasıyla, müşrikler “Muhammed’i öldürdük!” diye bağırmaya başladılar. Ancak Mus’ab, canını vererek Peygamber Efendimize (s.a.v.) vakit kazandırmış ve sancağı son nefesine kadar dalgalandırmıştı.

Altıncı Bölüm: En Zengin Şehit
Savaş bittikten sonra Allah Resûlü (s.a.v.), şehitlerin arasında dolaşırken Mus’ab’ın (r.a.) naaşının başına geldi. Bir zamanlar Mekke’nin en zengini olan, ipek elbiseler giyen bu kahramanın haline baktı. Üzerinde, onu kefenlemeye yetecek bir örtü dahi yoktu.
Yanındaki sahabiler, ellerindeki kısa hırkayı getirdiler. Başını örttüklerinde ayakları açılıyor, ayaklarını örttüklerinde ise mübarek başı açık kalıyordu.
Allah Resûlü’nün (s.a.v.) gözleri yine yaşlarla doldu. Şöyle buyurdu: “Başını örtün, ayaklarının üzerine de izhir (güzel kokulu bir ot) koyun.”
Sonra, o mübarek şehidine ve diğer Uhud şehitlerine bakarak şu ayet-i kerimeyi okudu:
“Müminlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. Onlardan kimi (Allah yolunda şehid edilmek suretiyle) adağını yerine getirdi, kimi de (şehid olmayı) beklemektedir. Onlar (verdikleri sözü) asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb, 33/23)
Hz. Mus’ab bin Umeyr (r.a.), Mekke’nin bütün zenginliğini elinin tersiyle itip, imanını seçen; Medine’yi hikmeti ve ilmiyle fetheden ilk muallim; Uhud’da ise canını ve kollarını feda ederek sancağı düşürmeyen büyük bir şehittir. Onun hayatı, imanın dünyevi her şeyden daha kıymetli olduğunun en parlak isbatıdır.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

******************

• Hz. Selmân-ı Fârisî (r.a.): Hakikati arayışı uzun bir yolculukla İslâm’da son bulan, Hendek Savaşı’nda hendek kazılmasını teklif eden sahabi.

Hakikat Güneşinin Peşindeki Yolcu: Hz. Selmân-ı Fârisî (r.a.)

1. Bölüm: Sönmeyen Ateşin Koruyucusu
İran’ın İsfahan şehrinin Ceyy köyünde, asırlar önce zengin ve nüfuzlu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. O zamanlar adı Rûzbeh idi. Babası, köyünün “dihkân”ı, yani reisi ve en büyük Mecûsî (ateşe tapan) rahibiydi. Babasının gözbebeğiydi ve onu kendisinden sonra yerini alacak kişi olarak görüyordu.
Rûzbeh’in en mühim vazifesi, tapınaklarındaki “kutsal ateş”in hiç sönmemesini sağlamaktı. Gece gündüz o ateşin başında bekler, sönmeye yüz tuttuğunda onu tekrar harlardı. Fakat genç Rûzbeh’in içinde, o ateşin aydınlatamadığı bir boşluk vardı. Kalbi, bu donuk ve anlamsız ibadetten daha fazlasını, daha ulvi bir gerçeği arıyordu. Babasının dini ona tatmin vermiyor, aklındaki suallere cevap bulamıyordu. “Bu ateş,” diye düşünürdü, “benim onu beslediğim gibi, o da bana muhtaç. Kendine bile faydası olmayan bir şey, nasıl yaratıcı olabilir?”

2. Bölüm: Arayışın İlk Kıvılcımı
Bir gün babası, onu malikânelerindeki işleri takip etmesi için gönderdi. Yolda, Rûzbeh’in kulağına daha önce hiç duymadığı, farklı bir melodi çalındı. Bir binadan, toplu halde dua eden insanların sesleri geliyordu. Merakla içeri girdi. Burası bir Hristiyan (Nasrânî) kilisesiydi.
Onları izledi. İbadetleri, babasının ateşine tapmaktan çok daha manalı gelmişti. Onların huşû içinde, görünmeyen ama kudretli bir Yaratıcı’ya yönelmeleri Rûzbeh’i derinden etkiledi. Akşama kadar orada kaldı. “Bu din,” dedi, “bizimkinden daha hayırlı.”
Eve döndüğünde her şeyi babasına anlattı. Babası, oğlunun dinini terk etmesinden korkarak öfkelendi. Onu evde bir odaya kilitledi ve ayaklarına zincir vurdu. Fakat Rûzbeh’in kalbine “hakikat arayışı” ateşi bir kere düşmüştü. Bu ateş, tapınaktaki sahte ateşten çok daha güçlüydü.

3. Bölüm: Uzun ve Meşakkatli Yolculuk
Rûzbeh, bir yolunu bulup esaretten kurtuldu. Kilisidekilere, bu dinin merkezinin neresi olduğunu sormuştu. “Şam” dediler. Gizlice bir kervana katıldı ve doğduğu toprakları, zenginliği ve ailesini geride bırakarak meçhule doğru yola çıktı.
Şam’a vardığında, oradaki en büyük piskoposu buldu ve onun hizmetine girdi. Fakat bu adam, göründüğü gibi biri değildi. İnsanlardan “sadaka” adı altında topladığı altınları biriktirip fakirlere vermiyor, bir küpte saklıyordu. Piskopos öldüğünde Rûzbeh, onun bu hilesini halka gösterdi.
Yerine geçen yeni piskopos ise iyi kalpli, ibadetine düşkün (zâhid) bir zattı. Rûzbeh, ona büyük bir sadakatle hizmet etti. O da vefat edeceği zaman, Rûzbeh’e Musul’daki salih bir zâta gitmesini vasiyet etti.
Rûzbeh’in çileli yolculuğu böylece devam etti. Ömrünü, hakikati öğretecek salih insanların hizmetinde geçirmeye adamıştı. Şam’dan Musul’a, Musul’dan Nusaybin’e, Nusaybin’den de Bizans toprağındaki Ammûriye’ye (Amorium) gitti. Her defasında, hizmet ettiği âlim vefat ederken, ona bir sonrakini tavsiye ediyordu.

4. Bölüm: Son Peygamberin Müjdesi
Ammûriye’deki son hocası, artık iyice yaşlanmıştı. Vefat döşeğindeyken Rûzbeh (Selmân), gözyaşları içinde sordu: “Efendim, siz de gidiyorsunuz. Bana şimdi kime gitmemi tavsiye edersiniz? Yeryüzünde sizin gibi hak din üzere olan kimse kaldı mı?”
Yaşlı âlim, derin bir nefes aldı ve tarihe geçecek şu sözleri söyledi: “Oğlum, artık yeryüzünde bizim yolumuzu takip eden kimseyi tanımıyorum. Lakin, bir Peygamberin gelmesi çok yakındır. O, İbrahim’in (a.s.) dini (Hanîf dini) üzere gönderilecektir. Arapların yaşadığı topraklardan çıkacak ve iki ‘harra’ (siyah, volkanik taşlık arazi) arasındaki hurmalık bir yere (Medine’yi tarif ediyordu) hicret edecektir.”
Selmân heyecanla sordu: “Onu nasıl tanırım? Alâmetleri nelerdir?”
Yaşlı âlim cevap verdi: “Onun apaçık üç alâmeti vardır:
• O, kendisine verilen sadakayı yemez.
• Lakin hediyeyi kabul eder ve yer.
• İki omuzu arasında ‘Nübüvvet Mührü’ (Peygamberlik Mührü) vardır.”
Bu vasiyet, Selmân’ın kalbindeki arayış ateşini yeniden alevlendirmişti. Yıllar süren hizmetleri karşılığında biriktirdiği birkaç sığır ve koyunu yanına alıp, tarif edilen o hurmalık diyara gidecek bir kervan beklemeye başladı.

5. Bölüm: Kölelikten Medine’ye
Nihayet, Arap yarımadasına giden bir kervan buldu. Onlara tüm mal varlığını vererek kendisini o topraklara götürmelerini istedi. Kervancılar kabul etti. Fakat yolda, Vâdi’l-Kurâ denilen yere geldiklerinde, bu vicdansız adamlar ona ihanet ettiler. Onu bir köle olarak sattılar.
Selmân, elinden hiçbir şey gelmeden, efendiden efendiye satıldı. Hakikati ararken düştüğü bu durum çok acıydı. En sonunda, Medineli (o zamanki adıyla Yesribli) bir Yahudi onu satın aldı ve Yesrib’e getirdi.
Selmân şehri görür görmez, kalbi hızla çarpmaya başladı. Burası, hocasının tarif ettiği yerdi! İki siyah taşlık arazi (harra) arasında, hurma bahçeleriyle dolu bir vaha… “Burası olmalı!” dedi. Artık tek yapması gereken, o müjdelenen Peygamber’i beklemekti.

6. Bölüm: Büyük Buluşma ve Üç Mühür
Selmân, efendisinin hurma bahçesinde köle olarak çalışırken yıllar geçti. Bir gün, bir hurma ağacının tepesindeyken, efendisinin bir akrabasının telaşla geldiğini duydu. Adam şöyle bağırıyordu: “Allah kahretsin şu Evs ve Hazrec’i! Mekke’den gelen bir adamın etrafında toplanmışlar, ‘Peygamber’ diyorlar!”
Selmân bu sözleri duyar duymaz, ağacın tepesinde titremeye başladı. Neredeyse aşağı düşecekti. Hızla indi ve adamın karşısına dikilip, “Ne dedin? Ne dedin?” diye sordu. Efendisi bu duruma çok kızdı, Selmân’a sert bir tokat atarak “Sana ne! İşine dön!” diye bağırdı.
O gün Selmân için bekleyiş bitmişti. Akşam olunca, biriktirdiği az miktarda hurmayı aldı ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) konakladığı Kuba’ya gitti.
Huzuruna vardı ve dedi ki: “Sizin salih bir insan olduğunuzu duydum. Yanınızda muhtaç arkadaşlarınız da varmış. Bu, size getirdiğim bir sadakadır.”
Allah Resûlü (s.a.v.), hurmaları aldı ve yanındaki Ashabına dönerek, “Buyurun, yiyin” dedi. Fakat kendisi mübarek ağzına bir tane dahi koymadı.
Selmân kendi kendine dedi: “Bu, birincisi!”
İkinci gün, yine hurma alıp bu kez Medine’de, Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna geldi. “Dün sadakayı yemediğinizi gördüm. Bu ise size olan sevgimden bir hediyedir,” dedi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gülümsedi, “Bismillah” dedi ve hem kendisi yedi hem de Ashabına ikram etti.
Selmân’ın kalbi sevinçle doldu: “Bu da ikincisi!”
Artık geriye tek bir alâmet kalmıştı: Nübüvvet Mührü. Selmân, bu mührü görmek için bir fırsat kolluyordu. Birkaç gün sonra, Efendimiz’i (s.a.v.) Bakî’ Kabristanı’nda bir cenazeyi defnederken buldu. Selmân, mübarek sırtına bakabilmek için etrafında dolaşmaya başladı.
İnsanların kalbini okuyan, alemlere rahmet Efendimiz (s.a.v.), Selmân’ın ne aradığını anladı. Üzerindeki hırkasını hafifçe sıyırdı. Selmân, Peygamber Efendimiz’in iki kürek kemiği arasında, hocasının tarif ettiği güvercin yumurtası büyüklüğündeki, üzerinde tüyler olan o mührü gördü.
Gördüğü anda kendini tutamadı. Yılların hasreti, çilesi ve arayışı son bulmuştu. Ağlayarak mührün üzerine kapandı, öptü ve “Şehadet ederim ki sen, Allah’ın Resûlü’sün!” diyerek Müslüman oldu.

7. Bölüm: Özgürlük ve “Bizdendir” Şerefi
Selmân artık hakikati bulmuştu ama bedeni hâlâ köleydi. Resûlullah (s.a.v.), ona efendisiyle “mükâtebe” (anlaşmalı olarak özgürlüğünü satın alma) yapmasını söyledi. Efendisi, özgürlüğü için akıl almaz bir bedel istedi: “Üç yüz hurma fidanı dikeceksin, hepsi meyve verecek ve bana kırk ukiyye (yaklaşık 1.6 kg) altın ödeyeceksin.”
Bu, bir kölenin asla başaramayacağı bir işti. Efendimiz (s.a.v.), Ashabına “Kardeşinize yardım edin” buyurdu. Sahabeler fidanları topladı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), o üç yüz fidanın tamamını mübarek elleriyle teker teker dikti. O yıl, Allah’ın bir mucizesi olarak, fidanların hepsi meyve verdi.
Sıra altına gelmişti. Resûlullah’a (s.a.v.) ceviz büyüklüğünde bir altın parçası getirildi. Efendimiz (s.a.v.) altını Selmân’a verdi ve borcunu ödemesini söyledi. Selmân, “Yâ Resûlallah, bu küçücük parça o borcu nasıl öder?” dese de, Efendimiz’in emriyle tartıya koydu. Mucize eseri, altın tam olarak 40 ukiyye geldi.
Selmân artık özgürdü. O, ne Mekkeli bir Muhacir ne de Medineli bir Ensâr’dı. O, “Selmân-ı Fârisî” (İranlı Selmân) idi.

8. Bölüm: Hendek Fatihi ve Ehl-i Beyt’ten Biri
Selmân’ın (r.a.) İslam’a en büyük katkılarından biri, Hendek Savaşı’nda (Ahzâb) oldu. Mekkeli müşrikler, tüm Arap kabilelerini birleştirip 10.000 kişilik dev bir orduyla Medine’ye yürümüştü. Müslümanlar ise sadece 3.000 kişiydi ve şehrin içinde sıkışıp kalmışlardı.
Yapılan savaş meclisinde herkes bir fikir sundu. İşte o an, uzun boylu, bilge adam Selmân söz aldı: “Yâ Resûlallah! Bizim memleketimizde (İran’da), düşman süvarilerinin saldırısından korktuğumuz zaman, şehrin etrafına hendek kazarak savunma yapardık.”
Bu, Arapların daha önce hiç bilmediği, dâhiyane bir savunma taktiğiydi. Resûlullah (s.a.v.) bu teklifi derhal kabul etti.
Hendek kazılırken, Muhacirler “Selmân bizdendir!” diyor, Ensâr ise “Hayır, Selmân bizdendir!” diyerek onu kendi gruarına dahil etmek istiyordu. Bu tatlı çekişmeyi duyan Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Selmân’a (r.a.) bir insanın ulaşabileceği en büyük şereflerden birini bahşederek şöyle buyurdu:
“Selmân bizdendir; Ehl-i Beyt’tendir!” (Selmân, benim ailemdendir!)
Kazılan hendek, düşman süvarilerini durdurdu. Savaş, Müslümanların zaferiyle sonuçlandı ve bu zaferin mimarı, hakikat yolcusu Hz. Selmân oldu.
Sonsöz: Vali Selmân
Hz. Selmân (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra da İslam’a hizmete devam etti. Bilgeliği sebebiyle “Selmânü’l-Hakîm” (Bilge Selmân) olarak anıldı. Hz. Ömer (r.a.) devrinde, fethedilen İran topraklarındaki Medâin şehrine vali olarak atandı. Fakat o, bir vali gibi değil, bir derviş gibi yaşadı. Valilik maaşını alır almaz tamamını fakirlere dağıtır, kendi el emeğiyle sepet örer, sattıklarının parasıyla geçinirdi.
Zengin bir asilzade olarak başladığı hayatını, hakikati arayarak, köleliği tadarak, imanın zirvesine ulaşarak ve nihayetinde Peygamber’in (s.a.v.) “ailesinden biri” olma şerefine ererek tamamladı. Onun hayatı, kim olursa olsun, hangi ırktan gelirse gelsin, samimiyetle hakikati arayan herkesin, eninde sonunda İslam’ın aydınlık güneşine kavuşacağının en parlak ispatıdır.

************************

İlim ve Rivayetleriyle Öne Çıkanlar
• Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcasının oğlu, “Tercümânü’l-Kur’ân” (Kur’an’ın Tercümanı) ve “Hibrü’l-Ümme” (Ümmetin Âlimi) lakaplarıyla bilinen büyük müfessir.

Bismillahirrahmânirrahîm
Ümmetin Âlimi, Kur’ân’ın Tercümanı: Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.)

Mekke’nin, henüz tam manasıyla sükûnete kavuşmadığı, Müslümanların “Şi’b-i Ebî Tâlib” denilen mahallede müşriklerin boykotu altında zorlu bir imtihandan geçtiği günlerde, Haşimoğulları hanesinde bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Bu çocuk, Kâinatın Efendisi, Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) pek sevdiği amcası Hz. Abbas’ın (r.a.) oğluydu. Adını “Abdullah” koydular.
Bu küçük Abdullah, sıradan bir çocuk değildi. O, peygamberlik güneşinin hanesinden hiç eksik olmadığı bir evde büyüyecekti. Zira halası Hz. Meymûne (r.a.), müminlerin annesi, yani Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zevcesiydi.
Peygamber Hanesinde Yeşeren Fidan
Abdullah (r.a.), daha küçücük bir çocukken bile akranlarından farklıydı. Gözleri birer inci tanesi gibi parlar, gördüğü her şeyi derin bir nazarla süzer, duyduğu her kelimeyi aklının en kıymetli köşesine nakşederdi. En büyük saâdeti, teyzesi Hz. Meymûne’nin (r.a.) evinde kalmak ve Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.v.) hizmet etmekti.
Gecelerden bir gece… Peygamber Efendimiz (s.a.v.) teheccüd namazı için kalktığında, abdest alacağı suyun hazır bir şekilde leğende durduğunu gördü. Hayret etti. Bu vakitte kim, onun bu ihtiyacını düşünüp hazırlamış olabilirdi?
“Bunu kim hazırladı?” diye sordu.
Hz. Meymûne (r.a.) validemiz, “Abdullah (r.a.)” diye cevap verdi.
Kâinatın Efendisi (s.a.v.), bu küçük çocuğun edep, firaset ve hizmet aşkı karşısında o kadar memnun oldu ki, mübarek ellerini semâya kaldırdı. O küçük fidanın, gelecekte nasıl bir âlimler âlimi, nasıl bir hikmet pınarı olacağını sanki o an görmüştü. Dudaklarından, asırlara mühür vuran şu dua döküldü:
“Allah’ım! Onu dinde fakih kıl (dinin inceliklerini derinlemesine anlayan biri yap) ve ona Kitab’ın te’vilini (Kur’ân’ın derin manalarını ve tefsirini) öğret!”
Bu dua, bir tohumdu. Ve bu tohum, yeryüzünün en bereketli toprağına, yani Abdullah bin Abbas’ın (r.a.) pâk kalbine ve zihnine ekilmişti.
“İlmin Peşinde Bir Gölge Gibi”
Abdullah (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) vefat ettiği gün, henüz 13-15 yaşlarında bir gençti. Peygamberlik güneşi zahiren aralarından ayrılmıştı. Lakin onun nurunu taşıyan yıldızlar, yani Ashâb-ı Kirâm hayattaydı.
Abdullah (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatıyla ilmin bittiğini değil, aksine ilmi toplama vazifesinin yeni başladığını anlamıştı. Bir gün Ensar’dan bir arkadaşına dedi ki:
“Gel, Resûlullah’ın (s.a.v.) Ashâbı henüz aramızdayken onlara gidelim ve bilmediklerimizi sorup öğrenelim. Onlar da bu dünyadan göçerse, ilim kaybolur.”
Arkadaşı hayretle baktı: “Ey Abbas’ın oğlu! İnsanlar sana mı ihtiyaç duyacak? Baksana, etraf nice büyük sahâbî ile dolu.”
Fakat Abdullah (r.a.) kararlıydı. O, “bana ihtiyaç duyulsun” diye değil, Allah’ın Kitabı’nı ve Resûl’ünün (s.a.v.) sünnetini en doğru şekilde öğrenmek için yola çıkmıştı.
Ev ev dolaşmaya başladı.
Duyduğu bir hadîsi teyit etmek için kilometrelerce yol yürürdü. Bir sahâbînin kapısına varır, onun öğle uykusunda (kaylûle) olduğunu öğrenirdi. Kapıyı çalmaya, onu rahatsız etmeye haya ederdi. Hırkasını (ridasın) başına çeker, kapının eşiğine, o sıcak çöl güneşinin ve esen rüzgârın altında kıvrılır, beklerdi.
Ev sahibi sahâbî dışarı çıktığında, kapısının önünde Resûlullah’ın (s.a.v.) amcasının oğlunu toz toprak içinde görünce mahcup olurdu:
“Ey Resûlullah’ın kuzeni! Neden haber göndermedin? Ben senin ayağına gelirdim!”
Hz. Abdullah’ın (r.a.) verdiği cevap, ilim yolcularına kıyamete kadar ders olacak bir levha gibidir:
“Hayır! İlim, ayağa gidilendir. İlme gelinir; ilim (başkalarının ayağına) gitmez. Ben ilim talibiyim, siz ise muallimsiniz.”
O, Hz. Ebû Bekir’den (r.a.), Hz. Ömer’den (r.a.), Hz. Ali’den (r.a.), Hz. Ubey bin Ka’b’dan (r.a.) ve daha nice büyük sahâbîden bıkmadan, usanmadan ilim tahsil etti.
Hz. Ömer’in (r.a.) Meclisindeki Genç Âlim
Hz. Ömer (r.a.), hilâfeti döneminde, Bedir Gazvesi’ne katılmış en kıdemli sahâbîlerle istişare meclisleri kurardı. Bu meclise, o koca koca sahâbîlerin arasına, gencecik Abdullah bin Abbas’ı (r.a.) da davet ederdi.
Bazı yaşlı sahâbîler bu durumdan hoşnut olmadılar. “Ey Müminlerin Emîri! Bizim de onun yaşında evlatlarımız var. Neden özellikle onu çağırıyorsun?” dediler.
Hz. Ömer (r.a.), onlara Abdullah’ın (r.a.) farkını göstermek istiyordu. Bir gün meclis toplandığında sordu:
“Nasr Sûresi (İzâ câe nasrullâhi ve’l-feth…) hakkında ne dersiniz?”
Çoğunluk, ayetin zahirî manasını söyledi: “Bu, Allah’ın bize fethi ve yardımı müjdelediği, bu yüzden Allah’a hamd edip istiğfar etmemizi istediği bir sûredir.”
Hz. Ömer (r.a.) sustu ve meclisin en gencine, İbn Abbas’a (r.a.) döndü:
“Sen ne dersin, ey Abbas’ın oğlu?”
Hz. Abdullah (r.a.), Peygamber duasının tecellî ettiği o derin firasetiyle cevap verdi:
“Ey Müminlerin Emîri! Bu sûre, fetih müjdesi olduğu kadar, Resûlullah’ın (s.a.v.) ecelinin yaklaştığının da haberidir. Allah, ona vazifesinin tamamlandığını, artık Rabbine kavuşma vaktinin geldiğini bildirmiştir.”
Hz. Ömer’in (r.a.) gözleri doldu. Başını salladı ve meclise dönerek dedi ki:
“Vallahi, ben de bu sûreden bundan başka bir mana bilmiyorum.”
Artık kimse, bu gencin neden o mecliste oturduğunu sorgulamadı. O, yaşıyla değil, taşıdığı ilimle büyüktü.
“Hibrü’l-Ümme” (Ümmetin Âlimi)
Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.), ilimde o kadar derinleşti ki, adı artık “Hibrü’l-Ümme” (Ümmetin Âlimi/Mürekkebi) olmuştu. Mekke’deki evi, bir ilim merkezi, bir üniversite gibiydi.
Gelenlerin ardı arkası kesilmezdi. İşlerini kolaylaştırmak için günleri konulara ayırmıştı:
Bir gün sadece Kur’ân tefsiri,
Bir gün fıkıh (İslam hukuku),
Bir gün helal ve haramlar,
Bir gün İslâm tarihi ve siyer,
Bir gün Arap dili ve şiiri…
Neden şiir? Çünkü o, Kur’ân’ın Tercümanı’ydı. Kur’ân-ı Kerîm’in lafızlarını en iyi şekilde anlamak için, o lafızların kullanıldığı Arap edebiyatına ve şiirine hâkim olmak gerektiğini bilirdi. Biri ona Kur’ân’dan anlaşılması zor bir kelime sorduğunda, o kelimenin manasını eski Arap şairlerinin mısralarından deliller (isbatlar) getirerek izah ederdi.
“Tercümânü’l-Kur’ân” (Kur’ân’ın Tercümanı)
Onun asıl sahası tefsirdi. O, sadece ayetin ne dediğini değil, neden dediğini, hangi hâdise üzerine indiğini (sebeb-i nüzûl), hangi manalara gelebileceğini (vücûh) ve hangi hükümleri ihtiva ettiğini (ahkâm) bilirdi.
O, Kur’ân’ı yaşayan bir tefsirdi. Geceleri kalkar, uzun uzun namaz kılar ve ağlardı. Özellikle şu ayete geldiğinde hıçkırıklara boğulurdu:
“Derken, ölüm sarhoşluğu bir hakikat olarak (insanın karşısına) geliverdi. (Ey insan!) İşte bu, senin öteden beri kaçıp durduğun şeydir.” (Kâf Sûresi, 19 – TDV Meali)
O, ilmiyle kibirlenen değil, ilmi arttıkça Allah’a karşı haşyeti (korku ve saygısı) artan bir âlimdi.
Hayatının sonlarına doğru gözleri görmez oldu. Bu ağır imtihan karşısında bile asla şikâyet etmedi. Ona, “Gözlerin için dua etsen?” dediklerinde, o büyük âlim şöyle derdi: “Rabbimin benim için takdir ettiğine razı olmak, gözlerimin görmesinden daha sevimlidir.”
Yetmiş yaşını biraz geçmişken, Tâif’te bu fani dünyaya veda etti. Cenaze namazını kıldıran Hz. Muhammed bin Hanefiyye (r.a.), onu kabre koyarken şöyle sesleniyordu:
“Bugün, bu ümmetin Rabbani âlimi vefat etti…”
Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.); Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bir duası olarak başladı, azimli bir talebe olarak devam etti ve nihayetinde “Kur’ân’ın Tercümanı” ve “Ümmetin Âlimi” olarak ebedîleşti. Onun açtığı tefsir caddesi, kıyamete kadar gelecek bütün müfessirlere ışık tutmaya devam edecektir.
Allah ondan, hocalarından ve talebelerinden ebediyen razı olsun. Âmin.

******************

• Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.): İlk Müslümanlardan, Kur’an-ı Kerim’i Kâbe’de açıktan okuyan ilk sahabi ve büyük fıkıh âlimi.

KÂBE’DE YANKILANAN SES: HZ. ABDULLAH BİN MES’ÛD (R.A.)

Giriş: Mekke Ufuklarında Bir Çoban
Mekke… Şehirlerin anası… O günlerde, henüz putların gölgesinde, ticaretin ve kibrin merkeziydi. Bu şehrin dışında, sarp kayalıkların ve cılız otlakların arasında, küçük, cılız bir çocuk, Ukbe bin Ebî Muayt adında zengin bir Kureyşlinin koyunlarını güderdi. Adı Abdullah, künyesi İbn Ümmü Abd idi.
O, Mekke’nin güçlü ve soylu ailelerinden birine mensup değildi. Zayıf bedeni ve kısa boyu, kibirli Mekke ileri gelenlerinin nazarında onu ehemmiyetsiz kılardı. Abdullah, tabiatın sessizliği içinde, derûnî bir tefekkürle meşgul, dürüst ve güvenilir (emin) bir gençti. Fakat henüz bilmiyordu ki, o zayıf omuzlar, bir gün Uhud Dağı’ndan daha ağır bir manevi yükü taşıyacak ve o cılız ses, Kâbe’nin ortasında küfrün suratına hakikati haykıracaktı.

Bölüm 1: Nur ile Mülâkat (Karşılaşma) ve Sütün Mucizesi
Bir gün, her zamanki gibi sürüsünü otlatırken, uzaktan iki vakur şahsiyetin kendisine doğru geldiğini gördü. Bunlar, henüz davasını yeni yeni fısıldayan Allah Resûlü (s.a.v.) ve O’nun sadık dostu Hz. Ebû Bekir (r.a.) idi. Müşriklerin eziyetlerinden bunalmış, susuz ve yorgun bir halde Mekke’nin dışına çıkmışlardı.
Genç çobana yaklaştılar ve “Delikanlı, bize biraz süt ikram edebilir misin?” diye sordular.
Abdullah bin Mes’ûd, emanet bilinciyle başını salladı: “Veremem,” dedi. “Çünkü bu sürü bana ait değil, ben sadece bir emanetçiyim.”
Bu cevap, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek yüzünde bir tebessüm oluşturdu. Zira bu genç, daha ilk imtihanda “emin” olduğunu ispat etmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Öyleyse bana, henüz hiç koç yüzü görmemiş (kısır) ve süt vermeyen bir keçi gösterir misin?” diye sordu.
Abdullah, sürünün en zayıf, hiç süt vermemiş bir keçisini gösterdi. Allah Resûlü (s.a.v.), keçiye yaklaştı, Bismillah diyerek mübarek eliyle memelerini meshetti (sıvazladı) ve dua etti. Göz açıp kapayıncaya kadar, o kısır hayvanın memeleri sütle dolup taştı. Getirilen bir kaba önce Resûlullah (s.a.v.), sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve en son da hayretler içindeki genç çoban içti.
Abdullah bin Mes’ûd, bunun sıradan bir hâdise olmadığını anlamıştı. Bu, bir sihirbazlık değil, bir hikmet ve mucizeydi. Kalbi, daha önce hiç tatmadığı bir heyecanla doldu. “Bana da bu sözlerden öğretir misin?” diye yalvardı.
Allah Resûlü (s.a.v.), onun temiz fıtratını görmüştü. Mübarek başını okşayarak, “Sen, muallim (öğretilmiş) bir gençsin,” buyurdu.
İşte o an, Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), İslam’la şereflenen altıncı veya yedinci kişi oldu. O günden sonra o artık sadece bir çoban değil, “Resûlullah’ın talebesi” idi.

Bölüm 2: Kâbe’nin Kalbinde Okunan Rahman Sûresi
Müslümanlar, Mekke’de henüz çok az ve zayıftı. İmanlarını gizliyor, ibadetlerini dağ kovuklarında yapıyorlardı. Bir gün Dârü’l-Erkam’da toplandılar ve “Bu Kureyş, Allah’ın kelamını hiç açıktan duymadı. Kim gidip Kâbe’nin yanında onlara Kur’an okuyabilir?” diye konuştular.
Ortalığa bir sessizlik çöktü. Bu, intihar demekti. Ebû Cehil’in, Utbe’nin, Şeybe’nin ve Kureyş’in diğer zalimlerinin önünde bunu yapmak, ateşe yürümekti.
O esnada, o cılız ve zayıf bedenine zıt bir cüretle Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) ayağa kalktı: “Ben yaparım, yâ Resûlallah!”
Diğer sahabeler endişelendi: “Ey Abdullah, biz senin için korkarız. Senin, seni koruyacak bir aşiretin, bir kabilen yok. Biz, kabilesi güçlü birini istiyoruz ki, ona saldırdıklarında akrabaları onu korusun.”
Ancak İbn Mes’ûd (r.a.) kararlıydı: “Beni Allah korur!”
Ertesi gün, kuşluk vakti, Kureyş’in tüm ileri gelenleri Kâbe’nin etrafında, Dârü’n-Nedve’de toplanmışken, Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) tek başına Makam-ı İbrahim’in yanına dikildi. Derin bir nefes aldı ve o güne kadar kimsenin cüret edemediği şeyi yaptı. Yüksek ve net bir sesle okumaya başladı:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Er-Rahmân. Allemel-Kur’ân. Halakal-insân. Allemehu’l-beyân…” (Rahmân. Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.) (Rahmân, 1-4)
Putperestler önce donakaldılar. Bu cılız adam, Muhammed’in (s.a.v.) getirdiğini iddia ettiği sözleri, onların kutsal mekânının tam ortasında nasıl okurdu? Şaşkınlıkları, yerini korkunç bir öfkeye bıraktı. “Bu da neyin nesi!” diye bağırarak üzerine çullandılar.
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) okumaya devam etti. Yüzüne, başına inen yumruklara, tekmelere aldırmadı. Kan revan içinde kalıncaya kadar dövüldü. Artık ayakta duramayacak hâle gelince, arkadaşları onu zorlukla oradan alıp bir eve sığındırdılar.
Yüzü gözü şişmiş, her yeri yara bere içindeydi. Sahabeler ona acıyarak bakarken, o, imanından aldığı cüretle gülümsedi ve tarihe geçen şu sözü söyledi:
“Vallahi, Allah düşmanları, gözümde hiçbir zaman bugünkünden daha âciz ve değersiz olmamıştı. Eğer isterseniz, yarın yine gider, aynısını yaparım!”
O gün, Kâbe’de Kur’an’ı açıktan okuyan ilk sahabi unvanını aldı. Bedeni zayıftı ama imanı, Kureyş’in tüm ordularından daha güçlüydü.

Bölüm 3: “Sahib-i Sivâk ve Na’leyn” (Misvak ve Ayakkabı Sahibi)
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), İslam’a girdikten sonra hayatını tamamen Resûlullah’a (s.a.v.) adadı. Efendimiz’in (s.a.v.) en yakın hizmetkârı oldu. O kadar yakınıydı ki, “Sahib-i Sivâk” (Efendimiz’in misvağını taşıyan), “Sahib-i Na’leyn” (ayakkabılarını taşıyan) ve “Sahib-i Visâde” (minderini taşıyan) lakaplarını aldı.
Resûlullah (s.a.v.) bir yere gideceği zaman ayakkabılarını giydirir, meclisten kalkacağı zaman ayakkabılarını eline alır, koluna asardı. Efendimiz (s.a.v.) istirahat edeceği zaman misvağını verir, abdest alacağı zaman suyunu hazırlar, oturacağı zaman minderini sererdi.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) evine, hususi odalarına bile izinsiz girme müsaadesi olan nadir sahabelerdendi. Bu yüzden sahabeler, onun Ehl-i Beyt’ten (Peygamber ailesinden) olduğunu zannederlerdi. Bu yakınlık, ona paha biçilmez bir fazilet kazandırdı: Vahyin büyük bir kısmına, ilk ağızdan, doğrudan Resûlullah’ın (s.a.v.) fem-i mübareğinden (mübarek ağzından) şahit oldu.

Bölüm 4: Uhud Dağı’ndan Daha Ağır Bacaklar
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), Bedir, Uhud, Hendek başta olmak üzere tüm gazalara katıldı. Bedir’de, küfrün başı Ebû Cehil’in son nefesini vermesine o vesile oldu.
Bununla birlikte, onun zahirî yapısı (fiziksel görünüşü) hep zayıf ve ince idi. Özellikle bacakları çok inceydi. Bir gün, sahabelerle otururken, Resûlullah (s.a.v.) için misvak getirmek üzere bir ağaca tırmandı. Esen rüzgâr, elbisesini açtı ve incecik bacakları göründü. Mecliste bulunan bazı sahabeler, bu görüntü karşısında gülüştüler.
Onların bu hâlini gören Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yüzü ciddileşti. Bu gülüşmeler, zahirî olana takılıp, derûnî kıymeti görememenin bir işaretiydi. Efendimiz (s.a.v.) onları şöyle tenkit etti:
“Neye gülüyorsunuz? Abdullah’ın bacaklarının inceliğine mi? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, o iki bacak, Kıyamet günü mizanda Uhud Dağı’ndan daha ağır gelecektir!”
Bu hadise, İslam’ın insana bakış açısının cihan şümul bir isbatıdır: Allah katında değer, fiziksel güçle veya zahirî güzellikle değil, imanın ve amelin ağırlığıyladır.

Bölüm 5: “Yaşayan Kur’an” ve Kûfe Muallimi
Hz. İbn Mes’ûd’un (r.a.) asıl büyüklüğü, ilim sahasındaydı. O, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemekle kalmamış, onun manasını ve hikmetini de Resûlullah’tan (s.a.v.) öğrenmişti. Yetmişten fazla sûreyi doğrudan Efendimiz’in (s.a.v.) ağzından dinlemişti.
Sesi o kadar güzeldi ki, Resûlullah (s.a.v.) sık sık ondan Kur’an okumasını isterdi. Bir defasında İbn Mes’ûd (r.a.), “Yâ Resûlallah, Kur’an size nâzil olmuşken ben mi size okuyayım?” deyince, Efendimiz (s.a.v.), “Ben Kur’an’ı başkasından dinlemeyi de severim,” buyurmuştu. İbn Mes’ûd (r.a.) Nisâ Sûresi’ni okumaya başladı. Şu ayete geldiğinde:
“Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman, bakalım onların hali nice olacak!” (Nisâ, 41)
Resûlullah (s.a.v.), “Şimdilik yeter, yâ Abdullah!” buyurdu. İbn Mes’ûd (r.a.) başını kaldırdığında, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek gözlerinden yaşlar aktığını gördü.
Onun Kur’an ilmindeki derinliğini bizzat Resûlullah (s.a.v.) şöyle tasdik etmiştir:
“Kim Kur’an’ı nâzil olduğu günkü tazeliğiyle okumak isterse, İbn Ümmü Abd’in (İbn Mes’ûd’un) kıraati üzere okusun.”
Ve yine: “Kur’an’ı şu dört kişiden öğrenin: Abdullah bin Mes’ûd, Salim Mevlâ Ebî Huzeyfe, Muâz bin Cebel ve Übey bin Kâ’b.” (Efendimiz, ilk sıraya onu koymuştu).
Bu ilim, onu Hz. Ömer (r.a.) devrinde İslam dünyasının en mühim ilim merkezlerinden birinin başına geçirecekti.

Bölüm 6: Bir Ekolün Kurucusu
Hz. Ömer (r.a.), yeni fethedilen Kûfe şehrine bir muallim ve idareci göndermek istedi. Kûfe, farklı kültürlerin buluştuğu, ilme aç bir şehirdi. Bu mühim vazife için gözünü kırpmadan Abdullah bin Mes’ûd’u (r.a.) seçti.
Kûfelilere yazdığı mektup, Hz. Ömer’in (r.a.) ona verdiği değeri gösterir: “Ey Kûfeliler! Ammar bin Yâsir’i size vali, Abdullah bin Mes’ûd’u da muallim ve vezir olarak gönderiyorum. Vallahi, Abdullah’ı size göndermekle, sizi kendime tercih ettim (Ona Medine’de daha çok ihtiyacım vardı ama onu sizden esirgemedim). Gidin ve ondan ilim öğrenin.”
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), Kûfe’de bir ilim meclisi kurdu. O, sadece ayetleri ve hadisleri ezberleten bir hoca değildi; aynı zamanda bu naslardan (delillerden) nasıl hüküm çıkarılacağını, aklı (rey) ve hikmeti kullanarak meselelerin nasıl çözüleceğini öğreten bir fıkıh âlimiydi.
Onun yetiştirdiği talebeler (Alkame, Esved gibi), daha sonra İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin hocaları oldu. Böylece Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), bugün milyonlarca Müslümanın tabi olduğu Hanefî mezhebinin fıkhî temelini atan “büyük âlim” olarak tarihe geçti.
Hâtime: “Benden Sonra O İkisine Uyun”
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), hayatı boyunca ilmiyle amel eden, son derece mütevazı (alçakgönüllü) ve Allah korkusu (havf) derûnî olan bir zattı. Çok az hadis rivayet etmeye çalışır, “Resûlullah şöyle buyurdu” derken hata yapmaktan korktuğu için titrerdi.
Hz. Osman (r.a.) devrinde Medine’ye döndü ve burada vefat etti. O vefat ettiğinde geride bıraktığı miras, dağlarca altın veya gümüş değil, dağlardan daha ağır bir ilim ve takva mirasıydı.
Resûlullah’ın (s.a.v.) övgüsü, onun şahsiyetinin en güzel tasviridir: “Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer’e uyun. Ammar’ın yolunu tutun. Ve Abdullah bin Mes’ûd’un ahdine (sözüne ve ilmine) sımsıkı sarılın.”
İşte o zayıf ve cılız çoban Abdullah; emanete sadakatiyle Resûlullah’ın (s.a.v.) mucizesine, imandaki cüretiyle Kâbe’de Kur’an’ı ilk haykıran kahramana, hizmetteki sadakatiyle “Ehl-i Beyt’ten zannedilen” yakın dosta, ilimdeki derinliğiyle de “Kûfe Ekolü”nün kurucu âlimine dönüşmüştür. Onun hayatı, zahirî görüntünün değil, derûnî imanın ve ilmin faziletinin en parlak isbatıdır. Allah ondan ebediyen razı olsun.

****************

• Hz. Ebû Hureyre (r.a.): En çok hadis-i şerif rivayet eden sahabi.

İlim Hafızı: Hz. Ebû Hureyre (r.a.)

Güneşin sıcak topraklara cömertçe gülümsediği Yemen’de, Devs kabilesi arasında bir genç yaşardı. O zamanlar adı henüz “Ebû Hureyre” değildi. Kendi kavminin inançlarına göre ona, “Güneşin Kulu” manasına gelen “Abdüişems” derlerdi. Lakin onun fıtratı, kalbi, güneş gibi batan ve kaybolan varlıklara değil, ebedî olana meftundu.
Kalbi, çölde su arayan bir yolcu gibi hakikati arıyordu.
Bu arayış devam ederken, kabilesinin reisi Tufeyl bin Amr ed-Devsî (r.a.), Mekke’ye gitmiş ve bambaşka bir insan olarak dönmüştü. Gönlü iman nuruyla dolmuş, dili artık bir olan Allah’ı (c.c.) ve O’nun son elçisi Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) anlatıyordu. Abdüişems, bu yeni daveti duyar duymaz tereddüt etmedi. Kalbinde yıllardır aradığı pınarın bu olduğunu anladı ve hemen iman etti.
Ancak bir derdi vardı; iman ettiği Peygamber’i (s.a.v.) henüz görmemişti.
Medine Yolcusu ve “Kedicik Babası”
Hicretin yedinci yılıydı. Hayber Kalesi’nin fethedildiği günlerdi. Abdüişems, kabilesinden iman eden bir grupla beraber o uzun ve meşakkatli çöl yolculuğunu göze aldı. Tek bir gayesi vardı: Resûlullah’a (s.a.v.) kavuşmak.
Medine’ye vardığında, Peygamber Efendimiz ve ordusu henüz Hayber’deydi. O ve arkadaşları, sabah namazında Mescid-i Nebevî’ye ulaştılar. Namazı kıldıran zata, Peygamber Efendimiz’in nerede olduğunu sordular. “Hayber’de” cevabını alınca, yorgunluklarını unutup hemen o tarafa yöneldiler.
Nihayet Hayber önlerine vardılar ve o mübarek yüzü gördüler. Efendimiz (s.a.v.), Yemen’den gelen bu yeni Müslümanları görünce çok sevindi ve onları Hayber’in ganimetlerinden pay sahibi yaptı.
İşte o gün, Abdüişems için yeni bir hayat başladı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onun “Güneşin Kulu” olan ismini beğenmedi. “Sen ‘Rahman’ın Kulu’ ol” buyurdu ve ona “Abdurrahman” adını verdi.
Peki, “Ebû Hureyre” ismi nereden geliyordu?
Abdurrahman (r.a.), hayvanlara karşı çok merhametliydi. Özellikle kedileri çok severdi. Küçük bir kediciği (hureyre) vardı; onu yanından ayırmaz, hatta bazen elbisesinin yeninde (kol ağzında) taşırdı. Bunu gören dostları ve bizzat Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), ona “Kedicik Babası” manasında “Ebû Hureyre” diye hitap etmeye başladılar. Bu latif isim, onun asıl isminden daha meşhur oldu ve o, bu isimle anılmaktan büyük bir mutluluk duydu.
Suffe Ashabı ve İlim Açlığı
Ebû Hureyre’nin (r.a.) Medine’de ne evi, ne bağı-bahçesi, ne de ticaret yapacak bir sermayesi vardı. Onun sığınağı, Mescid-i Nebevî’nin gölgesindeki “Suffe” idi.
Suffe, İslam’ın ilk üniversitesiydi. Orada kalanlara “Ashâb-ı Suffe” denirdi. Bu insanlar, dünyadan tamamen yüz çevirmiş, bütün vakitlerini Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) dizinin dibinde ilim öğrenmeye adamışlardı. Çoğu zaman karınlarını doyuracak bir hurmaları bile olmazdı.
Ebû Hureyre, bu ilim meclisinin en gayretli talebesiydi.
Bazen açlıktan kıvranır, karnına taş bağlar, hatta açlığın şiddetinden bayılıp mescidin zeminine düşerdi. Bazı sahabeler onun düştüğünü görünce, sara nöbeti geçirdiğini sanıp ayağıyla boynuna basarlardı (o dönemde böyle bir tedavi usulü vardı). O ise ayıldığında tebessüm eder, “Benim hastalığım saradan değil, açlıktandır” derdi.
Bir gün yine çok açtı. Yolda Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) rastladı. Belki beni evine davet eder ümidiyle ona Kur’an’dan bir ayet sordu. Hz. Ebû Bekir ayeti açıkladı ve yoluna devam etti. Sonra Hz. Ömer’e (r.a.) rastladı, aynı ümitle ona da bir soru sordu. O da cevapladı ve yoluna devam etti.
Ebû Hureyre tam ümidini kesmişken, arkasından o en merhametli sesi duydu: “Ebû Hureyre!”
Bu, Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) idi.
Efendimiz (s.a.v.) onun halini yüzünden anlamıştı. “Gel!” buyurdu ve onu evine götürdü. Evde, Efendimiz’e hediye edilmiş bir kâse süt vardı. Efendimiz (s.a.v.), Ebû Hureyre’ye, “Git, diğer Suffe ehlini de çağır” buyurdu.
Ebû Hureyre şaşırdı. Zaten açlıktan bitap haldeydi ve bu bir kâse süt onlarca kişiye nasıl yetecekti? Ama emre itaat etti. Tüm Suffe ehlini topladı. Efendimiz (s.a.v.) süt kâsesini Ebû Hureyre’nin eline verdi ve “Onlara ikram et” buyurdu.
Ebû Hureyre (r.a.) kâseyi dolaştırmaya başladı. Herkes o sütten içti ve doydu. Kâse tekrar Ebû Hureyre’ye geldiğinde, süt hâlâ doluydu. Bu, bir peygamber mucizesiydi.
Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek Ebû Hureyre’ye baktı: “Şimdi ikimiz kaldık, otur ve iç.”
Ebû Hureyre içti.
“Bir daha iç.”
İçti.
“Bir daha iç.”
İçmeye devam etti. Sonunda, “Ey Allah’ın Resûlü! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı!” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.) “Elhamdülillah” diyerek kâsede kalanı kendisi içti.
Ebû Hureyre (r.a.) açlığa sabrediyordu, çünkü onun doymazlığı ilme karşıydı.
İlim Hazinesi ve Unutmayan Hafıza
Ensar (Medineli Müslümanlar) bağ ve bahçeleriyle meşguldü. Muhacirler (Mekke’den gelenler) ise çarşıda, pazarda ticaretle uğraşırlardı. Ebû Hureyre’nin ise ne bahçesi ne de pazarı vardı. Onun bütün sermayesi, bütün meşguliyeti Resûlullah (s.a.v.) idi.
Efendimiz (s.a.v.) nereye gitse o yanındaydı. Efendimiz (s.a.v.) ne söylese o ezberliyordu. Diğer sahabeler evlerine ve işlerine dağıldığında bile o, Mescid-i Nebevî’de kalır, Efendimiz’in (s.a.v.) özel sohbetlerini, aile hayatındaki hallerini, başkalarının duymadığı hikmetli sözlerini dinlerdi.
Bir gün Resûlullah’a (s.a.v.) içini döktü:
“Ey Allah’ın Resûlü! Ben sizden çok mübarek sözler (hadis-i şerif) işitiyorum ama bazen unutuyorum.”
Efendimiz (s.a.v.) ona buyurdu ki:
“Hırkanı (ridânı) ser!”
Ebû Hureyre (r.a.) hemen üzerindeki hırkayı çıkardı ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) önüne serdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) mübarek elleriyle havadan bir şey avuçluyormuş gibi yaptı ve hırkanın içine boşalttı. Sonra buyurdu:
“Şimdi onu topla ve göğsüne bastır.”
Ebû Hureyre (r.a.) hırkayı topladı ve sıkıca göğsüne bastırdı.
O mübarek sahabi, o anı şöyle anlatır: “Allah’a yemin ederim ki, o günden sonra Resûlullah’tan (s.a.v.) duyduğum hiçbir şeyi bir daha unutmadım.”
Bu, Peygamber mucizesiyle desteklenmiş bir ilim aşkıydı. Bu yüzden Ebû Hureyre (r.a.), dört yıl gibi (diğer büyük sahabelere göre) kısa bir süre Efendimiz’le (s.a.v.) beraber olmasına rağmen, O’ndan en çok hadis-i şerif rivayet eden sahabi oldu. 5374 hadis-i şerifi hafızasına nakşederek İslam ümmetine paha biçilmez bir hazine bıraktı.
Bir Annenin Hidayeti
Ebû Hureyre’nin (r.a.) yüreğini yakan bir derdi daha vardı: Çok sevdiği annesi Müşrike idi. Oğlunun iman etmesini bir türlü kabullenemiyor, hatta bazen Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında incitici sözler söylüyordu.
Ebû Hureyre (r.a.) her gün bıkmadan usanmadan annesine İslam’ı anlatır, ama her seferinde ret cevabı alırdı. Bir gün yine annesini imana davet ettiğinde, annesi Resûlullah (s.a.v.) hakkında o kadar ağır konuştu ki, Ebû Hureyre’nin (r.a.) kalbi parçalandı.
Hıçkıra hıçkıra ağlayarak doğruca Efendimiz’in (s.a.v.) yanına koştu.
“Ey Allah’ın Resûlü! Anneme dua edin! Annem için Allah’a yalvarın da ona hidayet versin!” diye yalvardı.
Onun bu samimi gözyaşları ve evlat sevgisi karşısında merhamet peygamberi Efendimiz (s.a.v.) ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:
“Allah’ım! Ebû Hureyre’nin annesine hidayet nasip eyle!”
Ebû Hureyre (r.a.), bu duanın kabul olacağına o kadar emindi ki, sevinçle evine doğru koşmaya başladı. Kapıya geldiğinde, içeriden su dökünme sesleri duydu. Kapıyı çaldı.
Annesi içeriden seslendi: “Dur, bekle!”
Annesi gusül abdestini almış, temiz elbiselerini giymişti. Kapıyı açtığında, Ebû Hureyre’ye (r.a.) baktı ve o mucize kelimeleri söyledi:
“Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.”
Ebû Hureyre (r.a.), bu sefer sevinç gözyaşları içinde tekrar Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına koştu. Müjdeyi verdi ve “Ey Allah’ın Resûlü! Ne olur, bir dua daha edin. Allah’ım, bu kulunu (Ebû Hureyre’yi) ve annesini bütün müminlere sevdir ve bütün müminleri de onlara sevdir, diye dua edin” dedi.
Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti ve bu duayı da yaptı. İşte bu yüzden, Ebû Hureyre’yi (r.a.) ve annesini sevmek, mümin olmanın bir işareti sayılmıştır.
Miras: Peygamber Sözleri
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat ettikten sonra, Ebû Hureyre’nin (r.a.) omuzlarındaki yük daha da arttı. O artık sadece bir talebe değil, Peygamber (s.a.v.) sözlerinin canlı bir hafızası, yürüyen bir kütüphanesiydi.
Hz. Ömer (r.a.) döneminde bir süre Bahreyn’de valilik yaptıysa da onun asıl vazifesi ilimdi. Medine’de Mescid-i Nebevî’de ders halkaları kurdu. Tâbiîn neslinin (sahabeleri gören nesil) büyük âlimleri, ondan hadis öğrenmek için etrafında pervane oldular.
O, bu hazineyi aktarırken çok titizdi. Hadis rivayet etmeyi, ateş üzerinde yürümekten daha tehlikeli görürdü. Bir harfi bile yanlış söylemekten korkar, “Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu” derken sesi titrerdi.
80 yaşına yaklaştığında Medine’de hastalandı. Ziyaretine gelenler onun ağladığını gördüler. “Neden ağlıyorsun? Yoksa dünyadan ayrılacağına mı üzülüyorsun?” dediler.
O mübarek ilim hafızı şu manidar cevabı verdi:
“Hayır! Dünyanıza üzüldüğümden ağlamıyorum. Ben, yolculuğun uzaklığına ve azığımın azlığına ağlıyorum.”
Hayatını Peygamber (s.a.v.) sevgisine ve O’nun sözlerini ezberlemeye adayan bu büyük sahabi, Hicret’in 57. veya 59. yılında Medine’de vefat etti ve Cennetü’l-Bakî kabristanına defnedildi.
Bugün elimizdeki binlerce hadis-i şerif, onun o mübarek hafızasının ve ilim uğruna katlandığı açlığın bir sadakasıdır. Hz. Ebû Hureyre (r.a.), sadece kediciklerin babası değil, aynı zamanda Resûlullah’ın (s.a.v.) sözlerinin ümmete emanet edildiği büyük bir hafızaydı.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

****************

• Hz. Enes bin Mâlik (r.a.): Genç yaşından itibaren on sene Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) hizmet eden ve çok sayıda hadis rivayet eden sahabi.

Peygamber’in Gönlündeki Hizmetkâr: Hz. Enes bin Mâlik (r.a.)

Gözlerinizi bir an kapatın ve 1400 yıl öncesine, Medine şehrine gidin. Şehir, Mekke’den gelen en değerli misafirini, Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed’i (s.a.v.) ağırlamanın heyecanı içindedir. Herkes, O’na en değerli varlığını sunmak için adeta birbiriyle yarışmaktadır. Kimi evini açar, kimi malını bağışlar, kimi de kılıcını O’nun yoluna adar.
İşte bu kutlu şehirde, imanı kalbine güneş gibi doğmuş bir hanımefendi vardı: Rumeysa bint Milhan, ya da daha çok bilinen adıyla Ümmü Süleym. Kocası Mâlik, henüz iman etmemişti ve bu yüzden araları açıktı. Ümmü Süleym’in ise Mâlik’ten olma, zeki ve aydınlık yüzlü küçük bir oğlu vardı: Enes.
Allah Resûlü (s.a.v.) Medine’ye geldiğinde Enes, henüz sekiz ila on yaşları arasında bir çocuktu. Ümmü Süleym, “Acaba ben Allah’ın Elçisi’ne ne hediye edebilirim?” diye düşündü. Malı mülkü çok değildi. Ama en kıymetli varlığı, gözünün nuru olan küçük Enes’i vardı.
Bir gün, küçük Enes’in elinden tuttuğu gibi doğruca Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna vardı. Heyecanla ve büyük bir edeple dedi ki:
“Yâ Resûlallah! Bütün Ensar (Medineli Müslümanlar) erkek-kadın size hediyeler sundular. Benim ise size hediye edecek bu küçük oğlumdan başka bir şeyim yok. Ne olur, onu kabul buyurun. Size hizmet etsin, sizin yanınızda büyüsün, ilminizden ve ahlakınızdan nasiplensin.”
Düşünün… Bir annenin, evladını, dünyanın en şerefli okuluna, “Peygamber Ocağına” kaydettirme anıydı bu.
Rahmet Peygamberi (s.a.v.), bu samimi teklif karşısında tebessüm etti. Küçük Enes’in başını okşadı ve bu masum “hediyeyi” büyük bir memnuniyetle kabul etti.
İşte o gün, Hz. Enes’in (r.a.) tam on yıl sürecek mübarek hizmeti ve şahitliği başladı.
On Yıllık “Peygamber Okulu”
Hz. Enes, o günden itibaren Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı. O, artık sadece bir hizmetkâr değil, aynı zamanda o evin bir ferdi, bir evladı gibiydi.
Peki, neler yapardı? Efendimiz’in (s.a.v.) abdest suyunu hazırlar, ayakkabılarını (nalınlarını) çevirir, misvağını getirir, bir yere gideceği zaman O’nunla birlikte gider, sofrasına yardım eder, bir ihtiyacı olduğunda hemen koşardı.
Ama bu hizmet, bildiğimiz efendi-hizmetkâr ilişkisine hiç benzemiyordu. Hz. Enes, yıllar sonra bu on yılı anlatırken, tüm insanlığa ders olacak şu muhteşem tespiti yapacaktı:
“Allah Resûlü’ne (s.a.v.) tam on sene hizmet ettim. Vallahi bana bir defa bile ‘Öf!’ demedi. Yaptığım bir şey için ‘Bunu neden böyle yaptın?’ veya yapmadığım bir şey için ‘Bunu neden böyle yapmadın?’ diye beni asla azarlamadı.”
Bir çocuk düşünün; on yıl boyunca (yani çocukluğundan yirmili yaşlarına kadar) bir insanın yanında kalıyor ve bir kez bile azar işitmiyor! İşte bu, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ne kadar şefkatli, ne kadar merhametli ve ne kadar yüce bir ahlaka sahip olduğunun en canlı ispatıydı.
Hz. Enes, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) “Babacığım” (Yâ Ebâ) diye hitap eder, Efendimiz de ona bazen “Oğulcuğum” (Yâ Büneyye) diye seslenir, bazen de sevgisinden dolayı kulağını hafifçe tutarak “İki kulaklıcık!” (Yâ Üzüneyn) diye takılırdı.
Bu on yıl, Hz. Enes için eşsiz bir eğitim süreciydi. O, sadece bir hizmetkâr değil, aynı zamanda canlı bir kayıt cihazı gibiydi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ev halini, ailesiyle ilişkilerini, gece ibadetini, misafir ağırlamasını, savaş anındaki kararlılığını ve barış anındaki nezaketini hep birinci elden gördü ve ezberledi.
Peygamber’in (s.a.v.) Hayat Değiştiren Duası
Hz. Enes’in annesi Ümmü Süleym, oğlunun bu şerefli hizmetinden o kadar memnundu ki, bir gün tekrar Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna çıktı:
“Yâ Resûlallah! Şu küçük hizmetkârınız Enes’e bir dua etseniz?”
Bu isteği kırmayan Rahmet Peygamberi, mübarek ellerini kaldırdı ve hizmetkârı, öğrencisi, “oğulcuğu” Enes için tarihe geçecek şu duayı yaptı:
“Allah’ım! Onun malını ve evladını çoğalt. Ona verdiğin nimetleri bereketli kıl ve ömrünü uzun eyle!” (Bazı rivayetlerde “ve onu cennete koy” ilavesi de vardır.)
Bu dua, bir Peygamber duasıydı. Ve Allah katında anında kabul görmüştü. Hz. Enes’in hayatının geri kalanı, bu duanın nasıl tecelli ettiğinin, nasıl gerçekleştiğinin adeta bir filmi gibi oldu.
Duanın Tecellisi: Bereketli Bir Hayat
On yıl dolduğunda, Hz. Enes (r.a.) yirmi yaşına gelmişti. Ve o en zor gün geldi… Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat etti. Hz. Enes, o günü “Medine’ye O’nun geldiği günden daha aydınlık bir gün görmedim. O’nun vefat ettiği günden daha karanlık ve kasvetli bir gün de yaşamadım” diye anlatacaktı.
Efendisi’nden ayrılmıştı ama O’nun duası ve hatıraları hep yanındaydı.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Enes, Hz. Ebubekir (r.a.) döneminde kısa bir süre Bahreyn’de zekât memurluğu yaptı. Hz. Ömer (r.a.) devrinde ise Basra şehrine yerleşti. Artık o, Medine’deki o küçük çocuk değildi; Peygamber Okulu’ndan mezun olmuş büyük bir âlimdi. Basra’da bir ilim merkezi kurdu ve binlerce öğrenci yetiştirdi.
Peki ya o dua? İşte bakın nasıl gerçekleşti:
• “Malını çoğalt…”: Hz. Enes, Basra’nın en zengin insanlarından biri oldu. Öyle büyük bahçeleri vardı ki, Basra’daki diğer bahçeler yılda bir kez ürün verirken, Hz. Enes’in bahçesi (Peygamber duasının bereketiyle) yılda iki kez ürün verirdi. Bahçesinde özel bir reyhan çiçeği yetişir, kokusu misk gibi etrafa yayılırdı.
• “Evladını çoğalt…”: Hz. Enes (r.a.), çok kalabalık bir aileye sahip oldu. Rivayetlere göre, kendi vefat ettiğinde hayatta olan çocukları ve torunlarının sayısı 100’ü (bazı kaynaklara göre 120’yi) bulmuştu. Bu, o dönem için olağanüstü bir rakamdı.
• “Ömrünü uzun eyle…”: Hz. Enes, tam 100 yılı aşan (103, 107 diyen rivayetler vardır) uzun ve bereketli bir ömür sürdü. O, Basra’da vefat eden son sahabe olarak tarihe geçti.

Hadis Hazinesi ve Son Vasiyet
Hz. Enes (r.a.), uzun ömrünü sadece malı ve evlatlarıyla değil, ilimle geçirdi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanında geçirdiği on yılın her anını hafızasına kazımıştı. Bu sayede, en çok hadis rivayet eden sahabeler (Mukthirûn) arasında üçüncü sırayı aldı. 2286 hadis rivayet ederek, bizlere Peygamber ahlakını ve sünnetini taşıyan en önemli köprülerden biri oldu.
Ömrünün son günlerinde artık çok yaşlanmıştı. Sık sık ağlar, “Ah, keşke Resûlullah’ı (s.a.v.) rüyamda görsem” diye hasret çekerdi. Yanındakilere şöyle derdi: “Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bana bir gün şöyle nasihat etmişti: ‘Oğulcuğum! Kalbinde kimseye karşı bir kin, bir aldatma veya düşmanlık olmadan sabahlayabilir ve akşamlayabilirsen, bunu yapmaya çalış. Oğulcuğum, işte bu, benim sünnetimdir (yolumdur). Benim sünnetimi yaşayan, beni sevmiş olur. Beni seven de cennette benimle beraber olur.'”
Hz. Enes, bu nasihati bir ömür boyu tuttu.
Vefatı yaklaştığında, yanında küçük bir kutu sakladığı görüldü. Ailesine vasiyet etti:
“Bu kutunun içinde, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek terinden damlalar ve saçından teller vardır. Ben vefat ettiğimde, bunları kefenime, dilimin altına ve gözlerimin üzerine koyun. Umarım Rabbimin huzuruna bu mübarek emanetlerle çıkarım.”
Ve “Peygamber’in Hizmetkârı” (Hâdimü’n-Nebî) unvanını en büyük şeref madalyası olarak taşıyan Hz. Enes bin Mâlik (r.a.), yüz yaşını aşkınken, Peygamber duasıyla bereketlenmiş bir ömrün ardından Basra’da vefat etti.
Onun hayatı, bizlere ihlasla yapılan küçük bir hizmetin Allah katında ne kadar büyüyeceğinin, bir annenin salih niyetinin nesilleri nasıl kurtaracağının ve en önemlisi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bir çocuğa bile nasıl davranılması gerektiğini öğreten eşsiz ahlakının en güzel hikayesidir.

*****************

• Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.): Vahiy kâtiplerinin önde gelenlerinden ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde Kur’an-ı Kerim’in cem edilmesinde (toplanmasında) vazifeli heyetin başkanı.

Allah’ın Kelâmının Muhafızı: Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.)

Birinci Bölüm: Medine’nin Yetim Dehası
Güneşin, Yesrib’in hurma bahçelerini ısıttığı günlerden birinde, Neccâroğulları arasında yetim bir çocuk büyüyordu. Babası Sâbit, daha Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Medine’ye hicret etmeden evvel kabileler arası vuku bulan Buâs Harbi’nde vefat etmişti. Bu zeki çocuğun adı Zeyd idi. Zeyd bin Sâbit.
Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde, Zeyd henüz on bir yaşındaydı. Medine, “Peygamber Şehri” olmanın heyecanıyla çalkalanırken, bu genç kalp de iman nuruyla dolup taşmıştı. Okuma yazma biliyordu ve hafızası fevkalade kuvvetliydi.
İman etmenin heyecanıyla, o da diğer Müslümanlar gibi Allah yolunda bir şeyler yapmak istiyordu. Bedir Gazvesi vakti geldiğinde, Zeyd henüz on üç yaşındaydı. Yaşıtları gibi o da kılıcını kuşanıp Resûlullah’ın (s.a.v.) ordusuna katılmak istedi. Ancak Efendimiz (s.a.v.), bu küçük mücahidi sevgiyle süzdü ve yaşının harp için küçük olduğunu belirterek onu Medine’ye geri gönderdi.
Zeyd’in kalbi mahzundu, ancak onun cihadı kılıçla değil, kalemle olacaktı.

İkinci Bölüm: Peygamberin (s.a.v.) Tercümanı ve Kâtibi
Zeyd’in (r.a.) okuma yazma kabiliyeti ve dillere olan yatkınlığı, Medine’de hemen fark edildi. Onu Resûlullah’a (s.a.v.) takdim ettiler ve “Ya Resûlallah! Bu genç, Kur’an’dan on yedi sûreyi ezbere biliyor ve çok güzel okuyor.” dediler. Efendimiz (s.a.v.) onun okuyuşunu dinledi ve çok memnun kaldı.
Bir müddet sonra Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.), bu genç dehaya hususi bir vazife verdi. Buyurdular ki:
“Yâ Zeyd! Bana farklı lisanlarda, hususiyetle Yahudilerin dili olan İbranice’de mektuplar geliyor. Ben, o mektupları bana tercüme edenlere tam olarak itimat edemiyorum. Sen, İbraniceyi (ve bazı rivayetlere göre Süryaniceyi) öğren.”
Bu emir, Zeyd (r.a.) için bir şerefti. Öyle bir zekâya sahipti ki, İbraniceyi rivayetlere göre on beş gün gibi mucizevî bir sürede okuyup yazacak seviyede öğrendi. Artık Resûlullah’ın (s.a.v.) hususi tercümanı ve mektuplarını yazan kâtibi olmuştu.
Ancak onun asıl şerefi “Vahiy Kâtipliği” idi.
Cebrail (a.s.) ne zaman yeni bir ayet-i kerime getirse, Efendimiz (s.a.v.) hemen güvendiği kâtiplerini çağırırdı. Bu kâtiplerin başında Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.) gelirdi. Efendimiz (s.a.v.) okur, Zeyd (r.a.) ise büyük bir titizlikle, o an ne buldularsa; hurma yaprakları, yassı taşlar (lihâf), deri parçaları veya kürek kemikleri üzerine Allah’ın (c.c.) kelâmını kaydederdi.
O, inen ayetlerin ilk şahitlerinden, ilk yazıcılarındandı. Bu vazife, onun omuzlarına genç yaşta büyük bir mesuliyet yüklemişti.

Üçüncü Bölüm: En Ağır Emanet (Kur’an’ın Cemi)
Seneler geçti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Refîk-i A’lâ’ya vasıl olmuş, halifelik vazifesi Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) geçmişti.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde, dinden dönenlerle ve yalancı peygamberlerle (Müseylemetü’l-Kezzâb gibi) çok şiddetli harpler yapıldı. Bu harplerin en çetini olan “Yemâme Savaşı”nda, Kur’an’ı baştan sona ezbere bilen (hâfız) sahabelerin pek çoğu şehadet şerbetini içti.
Bu durum, Hz. Ömer’i (r.a.) derinden endişelendirdi. Kur’an ayetleri dağınık halde (taşlar, deriler, yapraklar üzerinde) bulunuyor ve en büyük güvencesi olan hâfızlar bir bir şehid oluyordu.
Hz. Ömer (r.a.) derhal Halife Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) koştu ve dedi ki:
“Yâ Halifete Resûlillah! Yemâme’de kurrâ (hâfızlar) arasında şehidlik çoğaldı. Eğer böyle devam ederse, Kur’an’ın bir kısmının hâfızların şehadetiyle zayi olmasından (kaybolmasından) endişe ediyorum. Muhakkak Kur’an’ın bir araya getirilmesini (cem edilmesini) emretmelisin!”
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) yapmadığı bir işi yapmaktan evvela çekindi:
“Resûlullah’ın (s.a.v.) yapmadığı bir şeyi ben nasıl yaparım?”
Hz. Ömer (r.a.) ısrar etti. Bunun bir bid’at değil, dinin aslını muhafaza için bir zaruret olduğunu anlattı. Nihayet Allah (c.c.), Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) kalbini bu işe yatırdı.
Peki, bu mukaddes ve ağır vazifeyi kim yapacaktı?
Akıllara tek bir isim geldi: Resûlullah’ın (s.a.v.) vahiy kâtibi, Medine’nin en zeki âlimi: Zeyd bin Sâbit (r.a.).
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Zeyd’i (r.a.) çağırdı. Hz. Ömer (r.a.) de oradaydı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) durumu izah etti ve dedi ki:
“Sen genç, akıllı bir adamsın. Hakkında hiçbir töhmet (kötü zan) işitmedik. Sen Resûlullah’a (s.a.v.) vahiy kâtipliği yapıyordun. Şimdi Kur’an’ın ayetlerini araştır ve onları bir araya topla!”
Bu teklif karşısında Hz. Zeyd (r.a.) dehşete kapıldı. Omuzlarına yüklenen mesuliyetin ağırlığını o an anlamıştı. Yıllar sonra o anı şöyle tasvir edecekti:
“Vallahi! Eğer bana dağlardan bir dağı yerinden kaldırmamı teklif etselerdi, Kur’an’ı toplama vazifesinden daha ağır gelmezdi!”
Hz. Zeyd (r.a.) de evvela tereddüt etti: “Resûlullah’ın (s.a.v.) yapmadığını nasıl yaparsınız?”
Fakat Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) onu ikna ettiler.
Hz. Zeyd (r.a.) derhal bir heyet kurdu ve bu heyetin başına geçti. İnanılmaz titiz bir çalışma başlattı. Sadece kendi hafızasına veya başkalarının hafızasına güvenmedi. Medine’de “elinde Resûlullah’tan (s.a.v.) duyulup yazılmış ayet olan herkes getirsin” diye ilan etti.
Bir ayeti Mushaf’a kaydetmek için çok mühim bir usûl belirledi:
• Getirilen ayetin, mutlaka Resûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda yazılmış olması.
• Buna dair iki âdil şahidin şehadette bulunması.
Böylece Mescid-i Nebevî’de, insanların getirdiği hurma yapraklarını, deri parçalarını ve kemik tabletlerini incelemeye başladı. Her ayeti, hâfızların ezberleriyle ve yazılı şahitlerle karşılaştırdı.
Bu meşakkatli çalışmanın sonunda, Tevbe Sûresi’nin son iki ayeti hariç hepsini bu titizlikle topladı. O son iki ayeti ise sadece sahabi Hz. Huzeyme bin Sâbit’in (r.a.) yanında yazılı olarak buldu. (Resûlullah (s.a.v.), Hz. Huzeyme’nin şahitliğini iki şahit yerine saydığı için, bu ayetler de Mushaf’a dâhil edildi.)
Hz. Zeyd (r.a.) ve heyeti, Kur’an-ı Kerim’i eksiksiz olarak iki kapak arasında “Suhuf” (Sayfalar) halinde topladı. Allah’ın (c.c.) şu vaadi, onun elleriyle tecelli ediyordu:
“Hiç şüphe yok ki, Kur’an’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9 )
Bu ilk Mushaf, Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) teslim edildi. Vefatından sonra Hz. Ömer’e (r.a.), ondan da kızı ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zevcesi olan Hz. Hafsa’ya (r.anha) intikal etti.

Dördüncü Bölüm: Ümmeti Birleştiren Nüshalar (Kur’an’ın Çoğaltılması)
Hz. Zeyd’in (r.a.) hizmeti bununla bitmedi.
Aradan yıllar geçmiş, Hz. Osman (r.a.) halife olmuştu. İslam coğrafyası Arabistan dışına, Azerbaycan’a, Ermenistan’a, Mısır’a kadar genişlemişti.
Farklı milletlerden Müslüman olanlar, Kur’an’ı farklı kıraatlerle (okuyuş tarzlarıyla) okuyorlardı. Bu durum, bazı yerlerde “Benim okuyuşum seninkinden daha doğrudur” gibi tehlikeli ihtilaflara, fitnelere sebep olmaya başlamıştı.
Azerbaycan fethinden dönen kumandan Huzeyfe bin Yemân (r.a.), bu tehlikeyi gördü ve hemen Medine’ye, Halife Hz. Osman’a (r.a.) gelerek feryat etti:
“Yâ Emîre’l-Mü’minîn! Bu ümmet, kitapları hakkında Yahudi ve Hristiyanların düştüğü ihtilafa düşmeden evvel onlara yetiş!”
Hz. Osman (r.a.), derhal ümmetin ileri gelenlerini topladı. Çözüm belliydi: Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde toplanan ana Mushaf’ın (Suhuf) esas alınarak çoğaltılması ve her yere gönderilmesi.
Bu vazife için kurulacak heyetin başkanı yine belliydi: Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.).
Hz. Osman (r.a.), Hz. Hafsa’dan (r.anha) o mübarek “Ana Mushaf”ı emaneten istedi. Zeyd bin Sâbit (r.a.) başkanlığında (Abdullah bin Zübeyr, Said bin Âs, Abdurrahman bin Hâris gibi Kureyşli genç âlimlerin de olduğu) bir heyet kurdu.
Vazifeleri, bu ana Mushaf’ı Kureyş lehçesine (Kur’an’ın ilk indiği lehçeye) göre “istinsah” etmek, yani çoğaltmaktı. Hz. Zeyd (r.a.) Medineli, diğer üç üye Kureyşli idi. Hz. Osman (r.a.) onlara, “Eğer Zeyd ile bir ayetin yazılışında ihtilafa düşerseniz, Kureyş lehçesine göre yazın, zira Kur’an o lehçede nazil olmuştur.” buyurdu.
Bu heyet, büyük bir titizlikle 5 (veya 7) adet Mushaf nüshası hazırladı. Bu nüshalar, Mekke, Basra, Kufe, Şam ve Medine gibi mühim İslam merkezlerine gönderildi. Hz. Osman (r.a.), bu resmî Mushaflar dışındaki bütün şahsi nüshaların ve dağınık yaprakların imha edilmesini emretti.
İşte bugün elimizde bulunan Kur’an-ı Kerim, Hz. Zeyd bin Sâbit’in (r.a.) başkanlığındaki bu iki büyük çalışmanın (Cem ve İstinsah) mübarek meyvesidir.

Beşinci Bölüm: İlimle Dolu Bir Ömür
Hz. Zeyd (r.a.), sadece Kur’an’ı toplayan bir kâtip değildi. O, Medine’nin en büyük âlimiydi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) onun hakkında, “Ümmetimin içinde ferâizi (miras hukukunu) en iyi bilen Zeyd’dir.” buyurmuştu.
Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) devirlerinde Medine’de kadılık yaptı, fetva makamının başındaydı. Devlet hazinesini (Beytü’l-Mâl) idare etti. Sahabenin en büyük âlimleri dahi, çözemedikleri fıkhî meseleleri, özellikle de miras hesaplarını ona sorarlardı.
Ömrünü ilme, Kur’an’a ve devlete hizmete adadı.
Hicret’in 45. (veya 55.) senesinde Medine’de vefat ettiğinde, İslam âlemi en büyük âlimlerinden birini kaybetmişti. Cenaze namazına katılanlardan Hz. İbn Abbas (r.a.) (ki o da “Ümmetin Âlimi” lakaplıydı), Zeyd’in (r.a.) kabrine bakarak gözyaşları içinde şöyle demiştir:
“İşte ilim böyle gömülür! Bugün ilmin pek çoğu defnedildi.”
Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.), zekâsını, gençliğini ve bütün hayatını Allah’ın (c.c.) kelâmının tek bir harfi dahi zayi olmasın diye vakfeden, o “en ağır emaneti” omuzlarında taşıyan mübarek bir sahabidir. Rabbimiz ondan ve bütün sahabelerden ebediyen razı olsun. Amin.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 28th, 2025